31 Temmuz 2013 Çarşamba

303ksd


303 KSD

-Yahu burada milletin şöyle ballandıra ballandıra anlattığı gibi bir maceramız olmadan çıkacağız.
-Eee, yani? Kebap ötesi bir yerdesin. O da eksik olsun.
-Buradan çıkınca ne yapacaksın?
-Ne bileyim? İşime devam ederim herhalde.
-Peki bir daha birbirimizi görebilecek miyiz?
-Tabi olm. Dünya küçük. Ne zaman, neredede, nasıl görüşeceğimizi kim bilir?

Başlangıçta 8 küçük kurşun askerler gibiydik. Yalnız biraz eskimiş kurşun askerlere benziyorduk. Zira hepimize eğitim sırasında ayvayı yiyeceği için kullanılmış kamuflajlar verilmişti. O sırada daha tanışma aşamasındaydık. “Senin adın neydi? Ah! Tamam. Kusura bakma, arada unutuyorum” O sırada 125 tane herifin yanında birbirimizi de tanımaya çalışıyorduk. Kolaydı sanki. Bu tür zamanlarda insanların hepsi beklemede olur. Birbirini tanırken herkes çıkıntı taraflarını biraz törpüler. Kimse ilk izlenim olarak sivri biri olmak istemez. İnsanlar zamanla birbirine alışmaya başladıklarında sivrilikler ortaya çıkmaya başlar. Artık sizin yakın dostunuz falan olmuşlardır ya, biraz idare edersiniz onu canım. N’olcak. Böylece işin başında yakın dostunuz gibi görünen adam (veya kadın) bir de bakarsınız ki belirli bir zaman sonra kılçığın teki haline gelmiş. Tabii ki bu tam tersi de olabilir. İlk tanışma esnasında “Kesin kıl bu herif” dediğiniz adamlar daha sonra çok tatlı hoşsohbet olup çıkarlar. Evliliklerin çoğu bu yüzden berbattır geri kalanı da bu yüzden muhteşemdir. Kızlar, tırnaklarını gizleme konusunda bir kedi kadar beceriklidirler. Tanışma aşamasında patileri yumuşacıktır. Sonra evlilik yüzüğünü takarsınız ve bir anda o yumuşacık patilerin aslında adamı yaralayabilecek tırnaklara sahip oldukları ortaya çıkar. Tırnaklarına alışabilirseniz, her evlilik muhteşem olur.
Neyse bizim 8 kişinin içinde dişi biri yoktu. O yüzden kedi tırnakları sorun değildi. Biz, işin başında ortama ayak uydurmaya çalışan 8 tane yeni yetme adamdık. Belki hepimiz çeşitli badireler atlatıp buraya kadar gelmişti ama askerlik ortamı farklı oluyor. Yaşınıza başınıza, hayat tecrübelerinize falan bakılmıyor. “Siz nesiniz?” “Asker!” Bu kadar. “Ama ben öğretmenim. Yani askerden önce öğretmendim. Hani belki birinin sınava hazırlanan çocuğu falan vardır. Yardım edeyim” “Önce işini bitir. Sonra yardım edersin. Şimdi otlar çapalanacak”
Böylece sekiz kurşun asker, askerlik yaptığımız küçük birlikte, işe ot çapalayarak başladık. Daha sonra başka işler de yaptık. Ufak tefek hammaliyet işleri. Bu esnada da birbirimizi ve ortamı tanımaya çalışıyorduk. İşten kaçmak, başkasına iş kilitlemek, arazi olmak terimleri henüz bize uzak kavramlardı. Bizler üniversitelerini yeni bitirmiş kısa dönem erler olarak hiç öyle şeyler düşünemedik. Bizler vatani görevimizi hakkıyla yapmaya gelmiştik. Sonra alacağımız eğitimin vakti gelip çattı.
Aslında bence eğitim, ilk ciddi sınavımızdı. Önceki kısa dönemler zaten bizi uyarmışlardı. “Birlik olun. Kısa dönemler pek sevilmezler. Birlik olmazsanız hepinizi ezilirsiniz” Eğitimde ilk birliktelik sınavımızı verdik. Çavuş arkadan bağırdığında hareketi hepimiz de yapmalıydık. “Yatt! Sürün! Kalk!!” Eğitimin en önemli tarafı, herhangi birimiz hata yaparsa, ceza hepimize veriliyordu. Bu cezalar birlikteliği aşılayabildiği gibi, gruptan kopmayı da körükleyebilirdi. Nitekim Ercan bir ara kopmak üzereydi, ama o kadar yorgun olurduk ki kavga edecek halimiz kalmazdı. Aynı zamanda öyle ya da böyle Ercan da bizden biriydi. Gruptan bir kişi bile koparsa, dağılacağımız çok barizdi. O yüzden hiçbirimiz, birbirine karşı tatsız tavırlarda bulunmadı. Birlik halinde kalmamız her şeyden önemliydi. Zamanla bunu oturtmaya başlamıştık. Bunun en ciddi göstergesi eğitimin sonlarına doğru Ömer’in Can asteğmen ile yaptığı diyalogdu.
“Komutanım onun hatası değildi. Hepimiz yanlış anladık, o yüzden yanlış hareketi yaptık” “Oğlum bir tek o yanlış yaptı. Hepiniz mi sürüneceksiniz yoksa seni mi süründeyim”
“Ben sürünürüm komutanım”
“Bu adam için sürünür müsün?”
“Komutanım buradaki herkes için sürünürüm”
“Başla o zaman”
Ve Ömer hepimiz arkasından bakarken 20-25 m. beton üzerinde süründü. O sırada hareketi yanlış yapan kimdi hatırlamıyorum bile. Tek hatırladığım aslında Ömer orada sürünürken yalnız kalmaması gerektiğiydi. Hatta hemen arkasından gideyim diye düşünmüştüm. Ama her zaman istedikleriniz ile hareketleriniz birbirini tutmuyor.
Eğitim bittikten  sonra birbirimize iyice alışmıştık. Akşam koğuşta birbirimize nöbet maceralarını anlatıyorduk. İyi nöbet arkadaşları ve arıza tipleri belirlemeye çalışıyorduk. Sanırım bir iki kez hariç hiç birbirimizle nöbet de tutmadık. Yemin töreni hazırlıklarında bütün bölük bizim yüzümüzden gecenin körüne kadar temizlik yapınca, ortak karar olarak kendi aramızda para toplayıp bölüğe bir tepsi baklava getirtip dağıtmıştık. Sanırım ilk defa askerler orada bizi sevmeye başladılar. Yemin töreni provalarında uygun adım koşarken Ömer, Burak’ın botlarının bağcığına basıp bizi domino taşları gibi devirdiğinde sempati duymaya başladılar. (Bütün herkesi güldürmeyi başarmıştık) Her sabah yoklamaları alırken alışmaya başladılar. Aslında biz de ortama ayak uydurmaya başlamıştık. Hatta o kadar ayak uydurmuşuz ki Kerem yemin töreni sonrası birliğe girerken yanında cep telefonu, mp3 player gibi aslında hiç kimsede olmaması gereken malzemeleri donanıp gelmişti. İşin kötü tarafı Kerem üzerindeki malzemeleri, içeriye girmeden nöbetçiye vermiş ve yoldan geçen bir işgüzar astsubay bunu görüp bizim birliğin nizamiye astsubayına haber vermişti. Tabii ki Kerem’in çarşıları iki ay kadar kilitli kaldı. Nöbetçininki de bir ay.
Aslında birbirimizin sivriliklerini şimdi anlamaya başlıyorduk. Mesela Kerem, aramızdaki en gözü kara adamdı. Hepimizin telaş ettiği durumlarda, o çok sakin kalıp” Boşver” diyebiliyor, bizim cesaret edemeyeceğimiz şeyleri yapabiliyordu. Birliğin dershanesinden sorumlu olan Burak içerideki iki astsubaydan tedirgin oluyor diye adamları terslemişti. Bu benim şu anda bile yapabileceğim veya yapmaya cesaret edebileceğim bir şey değil. Şansına astsubaylar mantıklı adamlardı da Kerem’i dinlemeden yargıda bulunmadılar. Böylece Kerem, sıkı bir yalanla bir cezadan daha yırttı.
Artık birbirimize alışmış adamlar olarak iyi anlaşıyorduk. Zaten görev yerlerimiz birbirinden ayrıydı. Yani gün içi konuşamıyorduk. Ancak mesai bitiminden sonra. O zamanlarda da eğlenmeye başlamıştık. Hatta birbirimizle dalga geçmeye bile başlamıştık. Birbirimizin hatalarına gülüyorduk. Hepimiz bir yerde arızaydık. Burak ortama alışmakta zorlandığı için arada sırada irkilerek uyanıyor ve bazen sayıklıyordu.(bağırarak) Ben, gecenin köründe koğuşta “Saydıralım mı komutanım!” diye bağırmışım. Bir de yanımdaki yatağa (Burak’ın yatağı) uyurken sarkıntılık ediyormuşum. Kerem zaten pek uyanamaz. Uyandığında da hala uyur durumdadır. Mehmet’in esprileri sağolsun, hemen ortamdan uzaklaşmayı gerektirir. MGK’nin (Milli Güvenli Kurulu’nun değil, Murat Gündüz Kocukeli’nin kısaltılmışı) ise (aramızdaki en fırlama adamdır) hep anlatacak bir şeyleri vardır. Murat Berk normalde sessiz sakin biridir. Hatta bazen “ağzından kerpetenle laf alıyoruz” durumları olmuştur. Ama adamın inanılmaz bir İkinci Dünya Savaşı bilgisi olduğu sonra ortaya çıktığında o kerpeteni onu susturmak için kullanmanız gerekebilir. Ömer, sürekli yanımıza “Ayvayı yedik” diye gelir. O da ekibin diğer panik adamıdır. Ercan ise kantinden sorumlu çavuş olduğu için vaktini erleri (ve bazen komutanları) döverek geçirir.
Zamanla “Nasıl atlatırız?” dediğimiz durumlar artık “Tamam ya! Hallederiz” şekline dönüştü. Artık mesai bitiminden sonraki nöbetçi çavuşluk görevi o kadar da zor gelmiyordu. Hep beraber işi hallediyorduk. Artık adamları da tanıyorduk. Yoklamaları düzenlemek artık sorun olmuyordu. İlk günlerin acemi erleri, yerini işini bilen ve durumu idare edebilen çavuşlara bırakmıştı. Sonra bir firar vakası gerçekleşti.
Aslında daha önce de bir firar vakası gerçekleşmişti. Kaçan arkadaş sağolsun başımız belaya falan girmesin diye kaçtıktan sonra birliği aramıştı. İkincisi pek öyle olmadı. Yat yoklamasında, sabah hastaneye giden birinin dönmediği anlaşılınca o geceki nöbetçi amiri herkesi toplamış ve sonra da nöbetçi çavuşu, revirden sorumlu erleri ve nöbetçi onbaşıyı bir temiz pataklamıştı. Bu bizim için bir dönüm noktasıydı zira aslında her ne kadar er veya çavuş da gözüksek bizler askeri mahkemede asteğmen yani subay statüsünde yargılanırdık. Herkes bunun bilincinde olduğu için bize vurmak, veya dövmek çok basit bir iş değildi. Subaylar hariç bizi dövecek herkes için askeri mahkemede “üste fiili taarruz” suçu işlenmiş olurdu. Askerliğinizi uzatmanın veya ücra köşeye sürülmenin en kolay yolu. Ancak Ercan’ı ciddi biçimde döven adam birliğin en sert ve aynı zamanda en çok korkulan subayıydı. O anı hala hatırlarım. Ben 20-22 devriyesini MGK ile yeni bitirmiş koğuşa çıkıyordum. Ercan yüzü gözü şiş içinde büyük bir metanetle sandalyede oturuyordu. Şikayet etmeye kalksa, askerliği hayatta bitmezdi. İşin kötü tarafı bu işte nöbetçi çavuş olarak hiçbir suçu yoktu. Çocuk sabah hastaneye gitmiş, öğleye doğru da babası çocuğu alıp nasılsa hafta sonu diye Mersin’e düğüne götürmüştü. Bu durum, herhangi birimizin çok rahatlıkla başına gelebilecek bir şeydi. İşte askerlik buydu. Suçsuz olmanız, durumunuzda değişiklik yaratmaz. O gün aslında bir dönüm noktasıydı. Bir daha bırakın yoklamaları hiçbir durumda birbirimizi yalnız bırakmadık. Her şeyden birbirimizi haberdar ettik. Öyle bir hale gelmiştik ki yoklamalarda bir asker nerede olacağını birimize söylese bile yetiyordu. Aynı şey iş yaptırmaya gelince de aynıydı. Askerlerin hepsi işten kaçmak için türlü numaralar denedikleri için, hepimiz işin başında duruyorduk. Hatta bunu isteyerek yapıyorduk. Nöbetçi çavuş yalnız kalmasın diye. İşte birlik, beraberlik buydu. Bunun en güzel ispatı da MGK’nin bir erle girdiği tartışmada kendini gösterdi. Aslında biz işin başında duruyorduk. Erlerden biri kaçabilmek için Burak’la biraz tartışmaya başlamıştı. MGK araya girip sesini yükseltince sanırım er ona “Sana ne oluyor? Sana ne? Ben senle konuşmuyorum” tarzında bir şeyler söyledi. MGK’nın o sinirle bile verdiği cevap hala beni duygulandırır. “Ne demek bana ne. Ona kafa tutuyorsan bana da kafa tutuyorsun demektir. Burada 303 KSD bir kişidir. Bilmiyor musun?”
Evet. Biz 303 KSD’ydik. Yani 303. Kısa Dönem Erler. 8 kurşun asker. Kerem Yasin Yıldız, Ömer Bozer, Murat Berk, Burak Çelik, Mehmet Karatay, Ercan Duran, Murat Gündüz Kocukeli, Zeki Emre Ede.

Buradan çıkınca ne yaparım tam bilmiyorum. Herhalde işime devam ederim. Ama hayatım boyunca 303 KSD’yi unutabileceğimi sanmıyorum. Aslında şimdi anlıyorum ki aslında bizim en büyük maceramız birbirimize olan bağlılığımız. Peki diğer 7’yi görecek miyim? Görürüm herhalde. Dünya küçük. Ne zaman nerede görüşeceğimizi kim bilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder