303 KSD
-Yahu burada milletin şöyle
ballandıra ballandıra anlattığı gibi bir maceramız olmadan çıkacağız.
-Eee, yani? Kebap ötesi bir
yerdesin. O da eksik olsun.
-Buradan çıkınca ne
yapacaksın?
-Ne bileyim? İşime devam
ederim herhalde.
-Peki bir daha birbirimizi
görebilecek miyiz?
-Tabi olm. Dünya küçük. Ne
zaman, neredede, nasıl görüşeceğimizi kim bilir?
Başlangıçta 8 küçük kurşun
askerler gibiydik. Yalnız biraz eskimiş kurşun askerlere benziyorduk. Zira
hepimize eğitim sırasında ayvayı yiyeceği için kullanılmış kamuflajlar
verilmişti. O sırada daha tanışma aşamasındaydık. “Senin adın neydi? Ah! Tamam.
Kusura bakma, arada unutuyorum” O sırada 125 tane herifin yanında birbirimizi
de tanımaya çalışıyorduk. Kolaydı sanki. Bu tür zamanlarda insanların hepsi beklemede
olur. Birbirini tanırken herkes çıkıntı taraflarını biraz törpüler. Kimse ilk
izlenim olarak sivri biri olmak istemez. İnsanlar zamanla birbirine alışmaya
başladıklarında sivrilikler ortaya çıkmaya başlar. Artık sizin yakın dostunuz
falan olmuşlardır ya, biraz idare edersiniz onu canım. N’olcak. Böylece işin
başında yakın dostunuz gibi görünen adam (veya kadın) bir de bakarsınız ki
belirli bir zaman sonra kılçığın teki haline gelmiş. Tabii ki bu tam tersi de
olabilir. İlk tanışma esnasında “Kesin kıl bu herif” dediğiniz adamlar daha
sonra çok tatlı hoşsohbet olup çıkarlar. Evliliklerin çoğu bu yüzden berbattır
geri kalanı da bu yüzden muhteşemdir. Kızlar, tırnaklarını gizleme konusunda
bir kedi kadar beceriklidirler. Tanışma aşamasında patileri yumuşacıktır. Sonra
evlilik yüzüğünü takarsınız ve bir anda o yumuşacık patilerin aslında adamı
yaralayabilecek tırnaklara sahip oldukları ortaya çıkar. Tırnaklarına
alışabilirseniz, her evlilik muhteşem olur.
Neyse bizim 8 kişinin içinde
dişi biri yoktu. O yüzden kedi tırnakları sorun değildi. Biz, işin başında
ortama ayak uydurmaya çalışan 8 tane yeni yetme adamdık. Belki hepimiz çeşitli
badireler atlatıp buraya kadar gelmişti ama askerlik ortamı farklı oluyor.
Yaşınıza başınıza, hayat tecrübelerinize falan bakılmıyor. “Siz nesiniz?”
“Asker!” Bu kadar. “Ama ben öğretmenim. Yani askerden önce öğretmendim. Hani
belki birinin sınava hazırlanan çocuğu falan vardır. Yardım edeyim” “Önce işini
bitir. Sonra yardım edersin. Şimdi otlar çapalanacak”
Böylece sekiz kurşun asker,
askerlik yaptığımız küçük birlikte, işe ot çapalayarak başladık. Daha sonra
başka işler de yaptık. Ufak tefek hammaliyet işleri. Bu esnada da birbirimizi
ve ortamı tanımaya çalışıyorduk. İşten kaçmak, başkasına iş kilitlemek, arazi
olmak terimleri henüz bize uzak kavramlardı. Bizler üniversitelerini yeni
bitirmiş kısa dönem erler olarak hiç öyle şeyler düşünemedik. Bizler vatani
görevimizi hakkıyla yapmaya gelmiştik. Sonra alacağımız eğitimin vakti gelip
çattı.
Aslında bence eğitim, ilk
ciddi sınavımızdı. Önceki kısa dönemler zaten bizi uyarmışlardı. “Birlik olun.
Kısa dönemler pek sevilmezler. Birlik olmazsanız hepinizi ezilirsiniz” Eğitimde
ilk birliktelik sınavımızı verdik. Çavuş arkadan bağırdığında hareketi hepimiz
de yapmalıydık. “Yatt! Sürün! Kalk!!” Eğitimin en önemli tarafı, herhangi
birimiz hata yaparsa, ceza hepimize veriliyordu. Bu cezalar birlikteliği
aşılayabildiği gibi, gruptan kopmayı da körükleyebilirdi. Nitekim Ercan bir ara
kopmak üzereydi, ama o kadar yorgun olurduk ki kavga edecek halimiz kalmazdı.
Aynı zamanda öyle ya da böyle Ercan da bizden biriydi. Gruptan bir kişi bile
koparsa, dağılacağımız çok barizdi. O yüzden hiçbirimiz, birbirine karşı tatsız
tavırlarda bulunmadı. Birlik halinde kalmamız her şeyden önemliydi. Zamanla bunu
oturtmaya başlamıştık. Bunun en ciddi göstergesi eğitimin sonlarına doğru
Ömer’in Can asteğmen ile yaptığı diyalogdu.
“Komutanım onun hatası
değildi. Hepimiz yanlış anladık, o yüzden yanlış hareketi yaptık” “Oğlum bir
tek o yanlış yaptı. Hepiniz mi sürüneceksiniz yoksa seni mi süründeyim”
“Ben sürünürüm komutanım”
“Bu adam için sürünür müsün?”
“Komutanım buradaki herkes
için sürünürüm”
“Başla o zaman”
Ve Ömer hepimiz arkasından
bakarken 20-25 m. beton üzerinde süründü. O sırada hareketi yanlış yapan kimdi
hatırlamıyorum bile. Tek hatırladığım aslında Ömer orada sürünürken yalnız
kalmaması gerektiğiydi. Hatta hemen arkasından gideyim diye düşünmüştüm. Ama
her zaman istedikleriniz ile hareketleriniz birbirini tutmuyor.
Eğitim bittikten sonra birbirimize iyice alışmıştık. Akşam
koğuşta birbirimize nöbet maceralarını anlatıyorduk. İyi nöbet arkadaşları ve
arıza tipleri belirlemeye çalışıyorduk. Sanırım bir iki kez hariç hiç
birbirimizle nöbet de tutmadık. Yemin töreni hazırlıklarında bütün bölük bizim
yüzümüzden gecenin körüne kadar temizlik yapınca, ortak karar olarak kendi
aramızda para toplayıp bölüğe bir tepsi baklava getirtip dağıtmıştık. Sanırım
ilk defa askerler orada bizi sevmeye başladılar. Yemin töreni provalarında
uygun adım koşarken Ömer, Burak’ın botlarının bağcığına basıp bizi domino
taşları gibi devirdiğinde sempati duymaya başladılar. (Bütün herkesi güldürmeyi
başarmıştık) Her sabah yoklamaları alırken alışmaya başladılar. Aslında biz de
ortama ayak uydurmaya başlamıştık. Hatta o kadar ayak uydurmuşuz ki Kerem yemin
töreni sonrası birliğe girerken yanında cep telefonu, mp3 player gibi aslında
hiç kimsede olmaması gereken malzemeleri donanıp gelmişti. İşin kötü tarafı
Kerem üzerindeki malzemeleri, içeriye girmeden nöbetçiye vermiş ve yoldan geçen
bir işgüzar astsubay bunu görüp bizim birliğin nizamiye astsubayına haber
vermişti. Tabii ki Kerem’in çarşıları iki ay kadar kilitli kaldı. Nöbetçininki
de bir ay.
Aslında birbirimizin
sivriliklerini şimdi anlamaya başlıyorduk. Mesela Kerem, aramızdaki en gözü
kara adamdı. Hepimizin telaş ettiği durumlarda, o çok sakin kalıp” Boşver”
diyebiliyor, bizim cesaret edemeyeceğimiz şeyleri yapabiliyordu. Birliğin
dershanesinden sorumlu olan Burak içerideki iki astsubaydan tedirgin oluyor
diye adamları terslemişti. Bu benim şu anda bile yapabileceğim veya yapmaya
cesaret edebileceğim bir şey değil. Şansına astsubaylar mantıklı adamlardı da
Kerem’i dinlemeden yargıda bulunmadılar. Böylece Kerem, sıkı bir yalanla bir
cezadan daha yırttı.
Artık birbirimize alışmış
adamlar olarak iyi anlaşıyorduk. Zaten görev yerlerimiz birbirinden ayrıydı.
Yani gün içi konuşamıyorduk. Ancak mesai bitiminden sonra. O zamanlarda da
eğlenmeye başlamıştık. Hatta birbirimizle dalga geçmeye bile başlamıştık.
Birbirimizin hatalarına gülüyorduk. Hepimiz bir yerde arızaydık. Burak ortama
alışmakta zorlandığı için arada sırada irkilerek uyanıyor ve bazen
sayıklıyordu.(bağırarak) Ben, gecenin köründe koğuşta “Saydıralım mı
komutanım!” diye bağırmışım. Bir de yanımdaki yatağa (Burak’ın yatağı) uyurken
sarkıntılık ediyormuşum. Kerem zaten pek uyanamaz. Uyandığında da hala uyur
durumdadır. Mehmet’in esprileri sağolsun, hemen ortamdan uzaklaşmayı
gerektirir. MGK’nin (Milli Güvenli Kurulu’nun değil, Murat Gündüz Kocukeli’nin
kısaltılmışı) ise (aramızdaki en fırlama adamdır) hep anlatacak bir şeyleri
vardır. Murat Berk normalde sessiz sakin biridir. Hatta bazen “ağzından
kerpetenle laf alıyoruz” durumları olmuştur. Ama adamın inanılmaz bir İkinci Dünya
Savaşı bilgisi olduğu sonra ortaya çıktığında o kerpeteni onu susturmak için
kullanmanız gerekebilir. Ömer, sürekli yanımıza “Ayvayı yedik” diye gelir. O da
ekibin diğer panik adamıdır. Ercan ise kantinden sorumlu çavuş olduğu için
vaktini erleri (ve bazen komutanları) döverek geçirir.
Zamanla “Nasıl atlatırız?”
dediğimiz durumlar artık “Tamam ya! Hallederiz” şekline dönüştü. Artık mesai
bitiminden sonraki nöbetçi çavuşluk görevi o kadar da zor gelmiyordu. Hep
beraber işi hallediyorduk. Artık adamları da tanıyorduk. Yoklamaları düzenlemek
artık sorun olmuyordu. İlk günlerin acemi erleri, yerini işini bilen ve durumu
idare edebilen çavuşlara bırakmıştı. Sonra bir firar vakası gerçekleşti.
Aslında daha önce de bir
firar vakası gerçekleşmişti. Kaçan arkadaş sağolsun başımız belaya falan
girmesin diye kaçtıktan sonra birliği aramıştı. İkincisi pek öyle olmadı. Yat
yoklamasında, sabah hastaneye giden birinin dönmediği anlaşılınca o geceki
nöbetçi amiri herkesi toplamış ve sonra da nöbetçi çavuşu, revirden sorumlu
erleri ve nöbetçi onbaşıyı bir temiz pataklamıştı. Bu bizim için bir dönüm
noktasıydı zira aslında her ne kadar er veya çavuş da gözüksek bizler askeri
mahkemede asteğmen yani subay statüsünde yargılanırdık. Herkes bunun bilincinde
olduğu için bize vurmak, veya dövmek çok basit bir iş değildi. Subaylar hariç
bizi dövecek herkes için askeri mahkemede “üste fiili taarruz” suçu işlenmiş
olurdu. Askerliğinizi uzatmanın veya ücra köşeye sürülmenin en kolay yolu.
Ancak Ercan’ı ciddi biçimde döven adam birliğin en sert ve aynı zamanda en çok
korkulan subayıydı. O anı hala hatırlarım. Ben 20-22 devriyesini MGK ile yeni
bitirmiş koğuşa çıkıyordum. Ercan yüzü gözü şiş içinde büyük bir metanetle
sandalyede oturuyordu. Şikayet etmeye kalksa, askerliği hayatta bitmezdi. İşin
kötü tarafı bu işte nöbetçi çavuş olarak hiçbir suçu yoktu. Çocuk sabah
hastaneye gitmiş, öğleye doğru da babası çocuğu alıp nasılsa hafta sonu diye
Mersin’e düğüne götürmüştü. Bu durum, herhangi birimizin çok rahatlıkla başına
gelebilecek bir şeydi. İşte askerlik buydu. Suçsuz olmanız, durumunuzda
değişiklik yaratmaz. O gün aslında bir dönüm noktasıydı. Bir daha bırakın
yoklamaları hiçbir durumda birbirimizi yalnız bırakmadık. Her şeyden
birbirimizi haberdar ettik. Öyle bir hale gelmiştik ki yoklamalarda bir asker
nerede olacağını birimize söylese bile yetiyordu. Aynı şey iş yaptırmaya
gelince de aynıydı. Askerlerin hepsi işten kaçmak için türlü numaralar
denedikleri için, hepimiz işin başında duruyorduk. Hatta bunu isteyerek
yapıyorduk. Nöbetçi çavuş yalnız kalmasın diye. İşte birlik, beraberlik buydu.
Bunun en güzel ispatı da MGK’nin bir erle girdiği tartışmada kendini gösterdi.
Aslında biz işin başında duruyorduk. Erlerden biri kaçabilmek için Burak’la
biraz tartışmaya başlamıştı. MGK araya girip sesini yükseltince sanırım er ona
“Sana ne oluyor? Sana ne? Ben senle konuşmuyorum” tarzında bir şeyler söyledi.
MGK’nın o sinirle bile verdiği cevap hala beni duygulandırır. “Ne demek bana
ne. Ona kafa tutuyorsan bana da kafa tutuyorsun demektir. Burada 303 KSD bir
kişidir. Bilmiyor musun?”
Evet. Biz 303 KSD’ydik. Yani
303. Kısa Dönem Erler. 8 kurşun asker. Kerem Yasin Yıldız, Ömer Bozer, Murat
Berk, Burak Çelik, Mehmet Karatay, Ercan Duran, Murat Gündüz Kocukeli, Zeki
Emre Ede.
Buradan çıkınca ne yaparım
tam bilmiyorum. Herhalde işime devam ederim. Ama hayatım boyunca 303 KSD’yi
unutabileceğimi sanmıyorum. Aslında şimdi anlıyorum ki aslında bizim en büyük
maceramız birbirimize olan bağlılığımız. Peki diğer 7’yi görecek miyim? Görürüm
herhalde. Dünya küçük. Ne zaman nerede görüşeceğimizi kim bilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder