31 Temmuz 2013 Çarşamba

ziyaretçi


Ziyaretçi

İnsan askerde olduğu zaman anlattığı hikayeler de hep askerlik üzerine oluyor. Tıpkı “erkeklerin askerlik maceraları” gibi. Herkes bilir, iki askerlik arkadaşı bir araya geldiği anda, etraftaki herkese ızdırap olan askerlik anıları ortalığı kasıp kavurur. İşin kötüsü yaşı gelmiş her erkek askerlik yaptığı için herkesin benzer hikayeleri olur. Herkes başlar anılarını anlatmaya. Olan masada o sırada tesadüfen ya da zorunlu olarak bulunan bayanlara olur. Onlar sadece birbirlerine “bizim beyin kusuruna bakmayın askerlik denince böyle oluyor” bakışları atarlar. Bir de ortamda askerliğini yapmamış bir genç arkadaş varsa eyvah! Sabaha kadar ona öğüt üstüne öğüt verilir. O yüzden bu gibi durumlarda “Ben de önümüzdeki ay gidiyorum” falan demeye kalkmayın. Sabaha kadar esir olursunuz. Öğüt verenler sizden büyük olduğu için bir şey de diyemezsiniz, öylece bakar, içinizden“sızsa da gitsek” dersiniz. Bu da benden size öğüt.
Askerlikte, ziyaretçi önemli bir hadisedir. Sizi askeri ortamdan alır götürür. Bir süre için her gün mıntıka temizliği yaptığınız masalar gözünüze güzel görünür. O öğlen (ya da akşam) asker tayını yerine börek yemenin mutluluğu şişmiş yanaklarınızdan hemen okunur. Hele bir de uzak bir memleketten gelen akraba falan varsa, elinizdeki yiyecek torbalarını nereye saklayacağınızı bilemezsiniz. Anne, baba, teyze, amca neyse artık sürekli “Neye ihtiyacın var oğlum?” “Oğlum şundan da ye. Hatırım için bak!” diyip sizi şımartır. Bilmemkaç gündür komutanlardan fırça üstüne fırça yemiş biri için bu tür şımartılma günleri terapi gibidir. İnsan, er değil de birey olduğunu hatırlar. Kendine gelir. Öyle ki, o sırada dünyayı umursamazsınız.
Ziyaretçinin en kötü tarafı gidişidir. Kalabileceği kadar kalan yakınlarınız, “Eh artık bize müsaade” dediğinde, ilk başta pek bir şey hissetmezsiniz. Onlar da insan, onların da yapacak işi, gücü var. Ne yani asker gazinosunda çadır mı kuracaklar? Tabii ki gidecekler. Toparlanmaya başlarlar. Siz de iyi bir evlat olarak onlara yardım edersiniz. Hala bir sorun yoktur. Vedalaşılır. Sarılınır, “Gene geliriz biz, sen merak etme.” ler havada uçuşur. Sonra gelenler birer birer nizamiye kapısından geçip kimliklerini almaya başlarlar. İşte burada gırtlağınızda bir şeyler düğümlenmeye başlar. Atilla Atalay tabiri ile “ Yavru kedi mi yuttum? Niye gırtlağım tırmalanıyor bu kadar?” olur. Ancak hala kendinize hakimsiniz. Ailenize, onlar giderken ne kadar üzgün olduğunuzu asla belli etmeyeceksiniz. Siz o ailenin biricik oğlusunuz onlar da sizin biricik aileniz. Sizin üzüldüğünüzü, hatta ağladığınızı hayatta görmemeliler. Zira o zaman onlar da ağlar, o zaman siz kendinizi tutamazsınız. Kendi kendinizi telkin edersiniz. İçinizden şafağınızı sayarsınız. “Şu kadar gün sonra hep beraber yemek yiyeceğiz” falan dersiniz. En son arabaya binerler ve birlik kapısından çıkarlar. Son bir kez bakarlar ve el sallarlar. O sırada siz artık kendinizi tutamazsınız. İçinizde çığlık çığlığa “GİTME!” dersiniz. Kedi çoktan gırtlağı yırtmış dışarı çıkmaya başlamıştır. Gözleriniz o kadar sulanmıştır ki el salladıklarını ancak seçebilirsiniz. Siz de el sallarsınız ve yaşarmış gözlerinizle gülümsersiniz. Çünkü o mesafeden gözyaşı belli olmaz ama gülüşünüz bir kilometreden bile belli olur. Siz asla üzgün değilsiniz. Burada çok rahat askerlik yapıyorsunuz. Onların bilmesi gereken bu kadar. Ziyaretçi yerinden koğuşunuza giderken en az adam olan yolu seçersiniz. Hatta belki hiç kimsenin olmadığı yollarda biraz yürürsünüz. Zira ağlamak her zaman zayıflık göstergesidir. Diğer askerler de ağladığınızı görmemeli. Kendinizi toparladığınızda elinizdeki yiyecek torbalarını güvenli bir yere saklayıp koğuşa dönersiniz. Eski halinize dönmüş bir er olarak günlük muhabbetinize devam edersiniz.

İlk ziyaretçim geldiğinde bu anlattıklarımın hiçbiri başıma gelmemişti. Zira iki teyzem de askerlik yaptığım şehirde yaşıyordu ve neredeyse her hafta sonu bir gün ziyaretime geliyorlardı. Ziyaretçi benim için gayet normal bir şeydi. Hatta börek getirdikleri için iyi bir şeydi. Ancak Haziran ayının ilk hafta sonu İzmir’de doktor olarak askerlik yapan arkadaşım ziyaretime geldiğinde işler biraz değişti. İstanbul’da hergün görüştüğüm arkadaşımı iki aydır görmüyordum. Onun da kasımda askere gittiğini düşünün. Aslında iki ay falan değil, epeydir görüşmüyorduk. Askerde insan biraz sertleşiyor. Onu bu kadar özleyebileceğimi hiç düşünmemiştim. O hafta sonu cumartesi çarşı iznim vardı. Kışlanın kapısından uçarcasına çıktım. Minibüs şöförü arabayı katil gibi kullanıyordu ama bana gene de yavaş gidiyoruz gibi geliyordu. Neyse buluştuk. Ne zamandır birlikte doğru dürüst vakit geçirmemiştik. O gün gerçekten eğlendim. Hatta akşamın nasıl olduğunu fark etmedim bile. Akşam beni kışlaya bıraktığında sorun yoktu. Nasılsa yarın da ziyaretime gelecekti. Ertesi gün kalk saatinden sonra vaktimi nizamiyede geçirdim. Zaten kısıtlı olan zamanı, beni arayarak geçirsinler istemiyordum. Ne zaman geldi ne zaman gitti hatırlamıyorum. Sadece gitmeden önce “Bana müsaade” dedi. Eh. Adam hafta sonu için buraya kadar gelmiş. Daha 9 saatlik yolu var. Gazinoya çadır kurmayacak herhalde. Tabii ki gidecek. “Tamam” dedim ve getirdiği kebabın çöplerini toplamaya başladım. Ayağa kalktık. Ben daha önce çok ziyaretçi yolladım. Bu da bir ziyaretçi. Ne var? “Ben gene gelirim. Özellikle senin çarşına denk gelen bir zamanda gelirim. Sen merak etme” dedi. Adama bak. Ben neyi merak edeceğim ki? Benim kalmış şurada 100 günüm. 100 gün sonra gene beraberiz. “İyi, iyi” dedi. ”Seni gerçekten iyi gördüm. Sevindim.” Bu ne ki. Ben daha neler gördüm. Alt tarafı 100 günü mü kaldıramayacağım? Nizamiye kapısından içeri girdiğinde o kedi de ufak ufak yukarılara tırmanmaya başladı. Arabaya binmeden önce sarıldık. Kediyi yutmak için gerçekten çaba sarfediyorum. Ziyarete dair en son hatırladığım şey salladığı eli. Arkasından baktığımdan o kadar emin ki bana bakmadan elini arabadan dışarı uzatıp önce sallıyor, sonra da tekrar buluşacağız işareti yapıyor. Ben buğulanmış gözlerimin arkasından gülümsüyorum. Olur da aynadan falan bakıyorsa diye. Araba virajı alırken bana neden bakmadığını anlıyorum. Aynı kediden o da yutmuş, gözlerini siliyor. 

şafak sıkıştırması


Şafak Sıkıştırması

Bilinen birçok askeri tabir içinden bir tanesi vardır ki askerlerin aslında gözdesidir. Teskereyi almak. Ancak teskere alınmasın yakın askerlerin hareketlerinde bir gariplik gözlenir. Can sıkıntısı ile başlar ve devamı gelir.
Şimdi diyebilirsiniz ki teskereye az bir süre kala (örneğin 1 hafta) “insanın canı hiç sıkılır mı? Son bir hafta çok çabuk geçmez mi?” Kazın ayağı pek öyle değil. Hemen izah edeyim.
Askerlik süresince bir er, ister kısa dönem ister uzun dönem olsun, kendisini askerliğinin bitim tarihine endeksler. Bütün her şeyi bu günlere göre hesaplar. “Şu kadar gün sonra üst devre olacağım ve artık iş yapmayacağım” der. “Şu adamlar gittikten sonra ben de 120 sayacağım” der. Ne bileyim buna benzer bir sürü şey söylenir. Bu kadar şey söyleme esnasında insan kendini hep gideceği güne hazırlar. “Şu tarihte artık burada olmayacağım” dersiniz. “O zamanlar bizimkilerle yemek yiyor olacağız.” Sürekli kendinizi avutursunuz. Aslında sizi üzen askerlik yapmak, komutanların bağırış çağırışlarına göğüs germek, ağır iş yapmak falan değildir. Aslında sizi üzen (ve muhtemelen etraftaki herkesi de üzen) şey sevdiklerinden ayrı kalmaktır. Ailesi, arkadaşları, akrabaları.. Şimdiye kadar sürekli beraber olduğunuz herkesten ayrı kalırsınız. Hem de kısa bir süre için falan da değil. 6 ay ya da 15 ay. Şimdi düşünün, 15 ay boyunca size ettikleri ziyaretler hariç hiçbir akrabanızı veya sevdiğinizi göremediniz. Belki gördünüz ama o da 15 ay içinde 20 gün. Son günleriniz yaklaştı. Artık şimdiye kadar başkasının gitmesini beklerken, bakıyorsunuz ki insanlar sizin gitme gününüzü saymaya başlamışlar. Bir bakmışsınız ki sizden daha üst devre yok. Askerler yolda size yer veriyor, siz bir şey söylediğinizde “Sus lan!” diyen üst devrelerin hepsi gitmiş. Artık siz üst devre olmuşsunuz, hatta bunu da geçmişsiniz teskere alma vaktiniz gelmiş.
Bu durumdaki bir asker iki türlü davranış gösterebilir. Birincisi “Artık teskere almama bir hafta kaldı. Burada bu saatten sonra bana ceza falan da vermezler. Komutanların da hepsi tanıdık. Disiplini falan boşver. Yapacağını yap. Gününü gün et.” yaklaşımı. Bu yaklaşıma sahip arkadaşları hemen askeri ortamda tanırsınız. Sağa sola bağırırlar, kamuflaj giyilmesi gereken yerde eşofmanla dolaşırlar, askerlere şaka yollu sataşırlar. Liste uzar gider. İkinci yaklaşım tarzı da “ Bu zamana kadar öyle ya da böyle geldik. Şu son birkaç hafta dikkat edeyim de kimse bana ceza falan vermesin eve vaktinde gideyim” gibi düşünülebilir. Bu yaklaşımda olanlar ise genelde sessiz sakin adamlardır. Ama her iki tür insanda da görünen bir göz parıltısı vardır ki tarif edilebilir bir şey değildir. Daha önce gözlerinin feri sönmüş, hayat ışığı yokmuş gibi bakan adamlar şafakları azalmaya başlayınca canlanırlar. Gözlerinin içi artık neşeli neşeli bakar. Sanki her baktığında etrafına “Ben eve gidiyorum. Hem de kısa bir süre sonra” diye haykırıyordur. İşte, eve gitmesine az kalmış adamlar bazen eski hallerine dönerler. Gene hayata umutsuz gözlerle bakan donduk adamlar olurlar. Bunun sebebi belki alışkanlıktandır, belki aileye duyduğu özlemin giderek artmasıdır, belki sevgiliye kavuşma arzusudur, belki kendi yerine geçecek adamı yetiştirdikten sonra artık yapacak işinin kalmamasının da bunda rolü vardır, belki de aslında hepsi birdendir. Bunu bilemeyiz. Görebildiğimiz ise teskereci askerlerin arada bir ” Off ulan off! Bitmiyor be! Son on gün bitmiyor yahu. Ne yapmak lazım!” tarzı haykırışlarıdır. Gerçi son on günde de zaman geçirecek yollar bulunur. Sevdiğiniz insanların defterinize bir şeyler çiziktirmesini istersiniz. Onları okur vakit geçirirsiniz. Defteri güzelleştirir, sağda solda artık sayısı azalmış devrelerinizle son fotoğraflarınızı çektirirsiniz. Arada bir alt devreleriniz sizinle fotoğraf çektirmek isterler. Ama buna rağmen vakit bir türlü geçmez. O son on gün size gerçekten yirmi belki otuz gün gibi gelir. Zaman sanki ağırdan gidiyordur. Eskiden saate baktığınızda geçen zamanın yarısı geçer şimdi. Sanki akşam olmuyor, sanki günler bitmek bilmiyor gibi bir duygu kaplar içinizi. Eve gideceğinize sevinirsiniz ama aynı zamanda yeni bulduğunuz arkadaşlarınızdan ayrılmanın da hüznü vardır. Bu yüzden o hatıra defteri önemlidir. Siz vefalı bir arkadaş olarak arkadaşlarınızı unutmayacağınızı, o defter ile onları hep hatırlayacağınızı belirtirsiniz. Arkadaşlarınız ise o deftere bir şeyler yazarak size verdikleri önemi ve değeri yansıtırlar. Ama bütün bunlar bile sizin içinizdeki sıkıntıyı söküp atmaz. Şafağı azalan askerler sürekli of çekerler, sürekli “Bitmiyor yahu!” diye inlerler. Buna askerlerin verdiği çok şık bir isim vardır. “Şafak sıkıştırması”
Bu tür sıkıntılı zamandaki askerlere “şafak sıkıştırıyor” denir. Bu aslında bakıldığında duruma çok uygun bir tabirdir. Eve gidecek olmanın verdiği mutluluk ve arkadaşlardan ayrılmanın verdiği hüzün bir arada. Asker üzülsün mü sevinsin mi bilemez. (Aslında tabii ki herkes sevinir. Ama gene de 1,5 senedir alıştığınız bir düzenden kopmuş oluyorsunuz. Arkadaşlar da cabası.) Şafak sıkıştırması hastalığı her askerde görülür. Öyle ya da böyle her asker ister kısa dönem ister uzun dönem, şafak sıkıştırması hastalığından nasibini alır. En sakin duran adamlar bile en azından son gün uyuyamaz. Beni daha şafak sıkıştırmadığı için çok bilemiyorum ama sanırım insan memleketinde neler yapacağını planlıyor. Ailesi ne kadar değişmiş, annesi ne tür yemekler yapmış, beni ne kadar değişmiş bulacaklar, ben gidince ne yapacağım gibi bin bir türlü tilki adamın kafasında peydahlanır. Aslında bu tür soruların hepsi askerlik süresi içinde insanın kendine sorduğu sorulardır. Ama insan “şafak 256” derken bu tür soruların cevaplarını pek kafaya takmaz. “Nasılsa 200’ün üstünde günüm var. Bir ara düşünürüm elbet” denir. Gün günü, ay ayı kovalar ve bir de bakmışsınız ki sizin düşünmek için dediğiniz 200 gün olmuş, 15 gün 20 gün. Eh, insan biraz telaş eder doğal olarak. Artık tilkilerin dolaşma vakti gelmiş demektir. Bu düşünme süreci ise arkadaşlarınız ve sizi tanıyanlar arasında mutsuz olduğunuz veya sıkıntılı olduğunuz imajını çizer. Bu kadar düşünmeye siz de zaten biraz sıkıntılı olursunuz.
Son gece eğlenceniz düzenlenir. Artık silahını kamuflajlarını, botlarını teslim etmiş, askere ilk geldiğiniz halinizle durmaktasınız. Son gecenizde arkadaşlarınız sizi yalnız bırakmak istemez. Sizin bitirdiğiniz askerlik aynı zamanda onlara da askerliğin bitebileceğini müjdeler. O yüzden hep yanınızda bir iki kişi bulunur. Bunda son gecesindeki askerin sağa sola ısmarladığı şeylerin de payı yok değildir. Saat 24:00 gibi artık herkes uyumaya çekilir. Zira yarın sizin askerdeki son gününüz olabilir ama diğer insanların sabah 6:00’da kalkıp sabah yoklamasına falan yetişmeleri gerekmektedir. Gitmeniz gereken saatte koğuş nöbetçisi size kapıya kadar eşlik edecek kişileri kaldırır. Hep beraber giyinir gidecek askere son kez bakmak ve aynı zamanda veda hediyesi olan palaska vurma seremonisine katılmak için. Gözlerinizde hergün geçtiğiniz yol bir başka görünür. Bugün o yol nizamiye yolu değil, aynı zamanda özgürlüğe giden yoldur. Nizamiye kapısında herkes sizin etrafınızı sarar, palaskalar çıkarılır kepler yere atılır ve ortaya alınmış kişi kaçarken herkes palaskayla gidene vurur. Hızlı davrandınız ve kaçtınız kaçtınız, yoksa sabaha kadar dayak yersiniz.
Sevgili arkadaşım Mustafa, sana verebilecek en kişisel hediyem senin için yazdığım bu yazıdır. Hayatının bundan sonraki günlerini mutlu yaşamanı en içten şekilde dilerim. Yanımdaki yatakta yattığın onca zaman boyunca yaptığımız kısa muhabbetleri ve özellikle son günlerinde sürekli bastığın “Bitmiyor çavuş! Bitmiyor şu askerlik!” çığlıklarını özleyeceğimi itiraf etmeliyim. Ama şunu da biliyorum ki senin gidişin, benimkini de müjdeliyor. hiç kimsenin burada çakılı kalmayacağının canlı bir örneğisin benim için. Bu yüzden gidişine hem senin adına ve kendim adına seviniyor, hem de ortalıkta az olan düzgün adamlardan birinin gidişine üzülüyorum. Ancak her şeye rağmen beni son gecende göreceksin. Böreklerin ya da kolanın yanıbaşında değil de, kafanı çevirdiğinde biraz arkada dostlarının arasında göreceksin. Seninle son kez muhabbet etmek için gelmiş adamların arasında olacağım. Aynı şekilde nizamiye kapısında seni kucaklayıp atan veya palaskayla vuran değil de sana, sen kaybolana kadar el sallayanların arasında olacağım. Belki bir gün görüşürüz, belki de görüşmeyiz. Allah bilir. Ancak şunu bil ki hayatımın herhangi bir anında karşıma çıktığında seni içtenlikle kabul edecek insanlar arasında olacağım.
Son kez veda edene kadar yanındaki yatakta uyuyacak olan dostun Emre’den sevgilerle. 

günbatımından şafağa


Günbatımından Şafağa

Erkeklerde askerlik maceraları bitmezmiş. Askerlik şubesine gittiğim günün akşamında arkadaşlarla toplanmıştık ve ben bir saat boyunca askerlik şubesindeki saçmalıklardan bahsetmiştim. Şu anda o saçmalıkların neler olduğunu hatırlamıyorum ama bir arkadaşım bana “Sen askere gitmeden bu kadar anlattığına göre, askerden geldiğinde biz ayvayı yedik” demişti. Hala asker olduğuma göre ayvayı yiyip yemediklerini henüz bilmiyorum ama hala bana öyle ballandıra ballandıra anlatabileceğim anım olduğunu sanmıyorum. Şöyle “Bizim de askerde bir eleman vardı” ile başlayan cümleler silsilesi kurarsınız. Herkes size yarım saat sonra sıkıntılı gözlerle bakmaya başlar. Size yakın olanlar nezaketten sizi dinlerler ama önlerindeki içkiler hızla biter. Kısaca size “Yeter be kardeşim! Kafayı o kadar şişirdin ki seni dinleyebilmek için sarhoş olmak lazım” derler. Size biraz daha uzak olanlar hemen kendi aralarında muhabbete başlarlar. Siz de ortamı şenlendirmek için komik ve eğlenceli anılarınızı sıralamaya çalışırsınız. Bunlar nedense gene hep askerlik anılarıdır,  hatta bir çoğu nöbetler ile ilgilidir.
Bence askerdeki en yalnız, ama buna rağmen en tatlı zamanlarım nöbetteydi. Bu yüzden nöbetlere güle oynaya giderdim. Şimdi diyeceksiniz ki “Manyak mısın kardeşim? İki saat, omzunda silahla ayakta sürekli bekle dur. Hayatında nöbet tutmaktan hoşlanan insan olur mu?” Oluyor. Ben numunelik örnek olabilirim, ama gerçekten nöbetlerde eğlenirdim.
Her nöbet saatinin kendine has güzel bir tarafı olur. İnsanlar kendilerini nefret etmeye o kadar alıştırmışlardır ki, bu güzellikleri göremezler. Diğer kışlaları bilmem ama benim askerlik yaptığım kışlada nöbetler tek saattir. Sabah 7-9 ile başlar 24 saat devam eder. Benim en sevdiğim nöbetler ise akşam ve gece nöbetleriydi. Akşam 19-21 nöbetinde bir günbatımı olur… Güneşin bütün Ankara’nın üstüne kızıl ışığını bir battaniye gibi örtüşünü seyredersiniz. 19 gibi güneş hala ortalığı aydınlatır. 20 gibi ortalık kızıl olmaya başlar. Eğer o sırada yere bakarsanız (hele nöbetçi kulübesinin tepesinde iseniz) kızıllığın ağaçların üstünden nasıl yansıdığını izleyebilirsiniz. Tıpkı batan güneşin denizin üzerinden yansıması gibidir. Havaya bakarsanız, renk cümbüşü gözlerinize bayram yaptırır. Gökkuşağı renklerinin tamamını yarım saat için görebilirsiniz. Güneşe yaklaştıkça kızıla ve sarıya, uzaklaştıkça maviye giden renkler sizi adeta geceye hazırlar. Saat 9’a yaklaştıkça kızıllık yerini maviye, mavi ise yerini çok güzel bir laciverte bırakır. O laciverti her zaman göremezsiniz. Hava tamamen açık ve güneş batalı 40-45 dakika kadar olduğu zaman gece mavisi ortalığı kaplar. Siyahtır ama içindeki laciverti de rahatlıkla seçersiniz. En fazla 10-15 dakika. Sizi beklemez. Keyfini çıkardın çıkardın, yoksa bir sonraki bulutsuz akşamı beklersin. Gerçi bulutlu akşamlar da bazen keyifli olur. Özellikle şanslı gününüzde iseniz güneş batmaya yakın önüne kocaman bir bulut gelir. O zaman işte güneşin bütün ışığı buluttan yansıyarak yere gelir. Her yer sanki kırmızı gözlükle bakılıyormuş gibi görünür. Hava serin olsa bile o kırmızı ton sanki sizi ısıtıyormuş gibi gelir ve fazla üşümezsiniz. O kadar keyiflidir ki canınız bir sigara yakıp oracıkta çilingir sofrasında oturmak ister. Hava ne soğuktur ne sıcak, ne çok aydınlık ne çok karanlık. Tam muhabbet havasıdır. İşte günün belki de en efkarlı saatidir benim için. Arkadaşlarımı en çok özlediğim saatlerdir. “Şimdi hep beraber olsak ne eğlenirdik” dediğim saatlerdir. Hava kararmaya başladıkça, hüzün de kaybolmaya başlar. Bir günün bitişi, aslında sizi arkadaşlarınıza biraz daha yaklaştırır. 
21-23 nöbeti ise ay doğumuna denk gelir. Nöbet kulübesinin tepesine çıkar, ayın kızıl kızıl gelişini seyredersiniz. İnsan bu sırada ayın ne kadar hızlı hareket ettiğine inanamaz. İki dakika nöbet arkadaşınızla sohbet edersiniz Aaaa! “Yahu, biraz önce şu apartmanın tepesinde değil miydi bu ay?” Sadece ayın yükselişini seyretmek bile ayrı bir keyiftir. Bir de ay yükselirken civarınızda ışık yoksa etrafı nasıl aydınlattığını görürsünüz. Daha önce hiç görünmeyen ağaçlar artık gölge yapmaya, yıldızlar da gökyüzündeki yerlerini almaya başlar. Siz de en parlak olandan başlayarak onların hangi yıldız olduğunu tahmin etmeye çalışırsınız. Bir önceki geceye göre yeri ne kadar değişmiş ona bakarsınız. Tabii ki (astrofizikçi olmadığınız için) bir şey anlamazsınız. Ancak uğraşması bile insanı sıkıntıdan kurtarır. Bildiğiniz takımyıldızlara bakarsınız. Bilmediğiniz yıldız kümelerine bakıp onların takımyıldız olduğunu varsayarsınız. Bu saatler de sevgiliyi (veya adayını) düşündüğünüz saatlerdir. Bülent Ortaçgil’in Eylül Akşamı şarkısındaki gibi “ Aynı anda, aynı sessiz geceye doğru içim sıkılıyor demişizdir” dizesi aklınıza gelir. Sonra “Ayın karpuz dilimi gibi batışını izlemişizdir deniz kıyısında” dizesini hatırlarsınız. “Acaba o da ayın doğuşunu seyrediyor mudur şimdi?”diye kendi kendinize sorarsınız. Siz bunları düşünürken ay zaten tepenize gelir. Siz sevgili düşünceleri ile birlikte nöbetinizi bitirir, yatağa doğru hızlı bir şekilde ilerlersiniz.
23-01 nöbeti ile 01-03 nöbetleri birbirinin çok benzeridir. Birinde ay tepededir, diğerinde ise ay artık batmıştır veya batmaya yakındır. Yıldızlarla olan randevunuz devam eder. Ancak bu nöbetlerde hava artık iyice kararmıştır. Herkes uykuya daldığı için ışıklar da sönüktür. Artık ay ışığı iyice belirgindir. Bu iki nöbette en eğlenceli şey gölgelerdir. Rüzgara göre ağaçlar sallanırken, gölgeleri de değişir ve siz o gölgeleri şekillere benzetirsiniz. Hatta bazen insanlara. Bu saatler size şaka yapılmasına çok müsaittir. Muzip arkadaşlarınız ağaç gölgelerine girerek sizin olduğunuz bölgelere taş ya da kozalak gibi hışırtı çıkaracak şeyler atarlar. Siz doğal olarak gece vakti gözlerinizden çok kulaklarınıza güvendiğiniz için hemen paniklersiniz. Bu tür paniklemeler o an için tatsız hadiseler gibi gözükseler de daha sonra insanları içkiye boğacak hikayelerinizden biri haline gelecekleri için aslında eğlencelidirler.
03-05 nöbeti askerler arasında erkek nöbeti olarak adlandırılır. Çünkü kalkması en zor nöbettir. Gerçek bir uyku düşmanıdır. Ne tam gecedir, ne de sabah. Tam ikisinin arasıdır. İşte güzelliği de buradadır. 04 gibi gece artık aydınlanmaya başlar. Ama bu akşamki kadar ani olmaz. Akşam ne kadar telaşlı ise, sabah da o kadar sakindir. Gelmek için hiç acele etmez. Sabah dingindir, nazlıdır. Gökyüzüne sürekli bakarsanız günün aydınlamaya başladığını anlayamazsınız bile. Hava hala karanlık olmasına rağmen arka plandaki dağların siluetlerini hafif hafif görmeye başlarsınız. Tam bu saatlerde rüzgar da kesilir. Yaprak kıpırdamaz. Yere çiğ düşmeye başlamıştır. Bir yandan havaya bakarsınız, bir yandan da üşürsünüz. Bu da tatlı bir üşümedir. Nöbetinizin bitmek üzere olduğunun habercisidir bu titremeler. Sıcak yatağınızı düşünüp ısınmaya çalışırsınız. Sabah o kadar yumuşak gelir ki siz ne olduğunu anlayamadan gölgeler çekilir. Ağaçların arası sizin için gölge oyunu yapmazlar. Artık arka plandaki dağ, hafif bir siluet olmaktan çıkmıştır. Ağaçların renkleri belirginleşmeye başlar. Bu zamanda renklerin gelişimini seyretmek de çok keyiflidir. Etrafınızdaki her şeyin gerçek rengi yavaşça ortaya çıkmaya başlar. Daha önce siyah olanlar önce koyu yeşile, sonra da ağacın kendi yeşil tonuna dönüşür. Nöbetçilerin geleceği yol görülür hale gelmeye başladığında zaten nöbet değişimi için gelmiş olurlar.
05-07 nöbeti ise günün ağarmaya başladığı nöbettir. Bu nöbetin ilk saatleri ne kadar soğuksa, son saatleri de o kadar sıcaktır. Nöbete ilk başladığınızda hava aydınlıktır. Hatta neredeyse gündüz gibidir. Ama güneşten eser yoktur. Bütün gecenin soğuğu üstünüze çöker. Çoğu zaman ısınmak için hareket etmek zorunda olursunuz. Vaktinizin çoğunu güneşi beklemekle geçirirsiniz. Dediğim gibi, güneş nazlıdır. Hemen gelmez. Sizi biraz kıvrandırmadan olmaz. Güneşin habercisi olan kızıllık ortaya çıkmaya başladığı zaman sizin içinizi de umut kaplar. “İşte geliyor” dersiniz. “Artık ısınacağım.” Güneşin ucu göründüğü anda artık sizin için hayat yeniden anlam bulur. Bütün o soğuğu, titremeyi unutur kendinizi güneşe odaklarsınız. Beklersiniz ki güneş iyice çıkıp beni ısıtsın. Kışın ortasında soba bulmuş çocuk gibi hemen güneş alan yere geçersiniz. Güneş çıkıp sizi ısıttığı zaman artık başka eğlence arasınız kendinize. Uyanan bir şehri seyretmekten daha keyifli ne olabilir ki? Arabalara, otobüslerin içine, gözlerini ovuşturan insanlara bakarsınız. Araçlara binerken hangilerinin kahvaltı etmediğini hemen hallerinden anlarsınız. İşyerinde içilecek kahve ve yanında bir iki poğaça için acele ederler. Otobüs duraklarındaki insanların sayısı artmaya başlar. Araç trafiği yoğunlaşır. Bir saat önceki sessizlik yerini bir kargaşaya bırakır. En güzel tarafı ise siz askerde olduğunuz için bu kargaşanın tamamen dışında olursunuz. Siz, nöbet kulübenizin hakim tepesinden trafikte yol için kapışan adamlara bakarsınız. Sanki Eski Roma’da gladyatör dövüşünü seyreden Sezar gibi. Sonuç sizi ilgilendirmese de seyretmesi keyiflidir. Kafanız sakindir. Nöbetinizde vukuat yoktur. (askeri terim, problem demek) Şafaktan (askeri terim, kalan gün demek) bir tane daha düşersiniz. Eksilttiğiniz ve kalan günlerinizin hesabını yaparken güneş size gülümser. Ağaçlar size gülümser. Sabah size gülümser. Gelen nöbetçiler size somurtur. Ama kimin umurunda ki?

çarşı


Çarşı

İlk olarak hemen bahsedeyim, konumuz olan çarşı, bayanların haftada en az iki kere çıktığı, erkeklerin cüzdanlarını (ve kredi kartı limitlerini) boşalttığı çarşı değil. Askerlerin iki haftada bir, hafta sonu izni olan “çarşı izni”.
Askeri ortam, hayatta karşılaştığınız ortamlardan biraz farklıdır. En önemli farkı tamamen eril, yani erkek kaplı bir ortam olmasıdır. Eğer sivilde biraz sosyal bir insansanız, kızlarla falan gezip tozan, onlarla ilişkileri iyi tutabilen biriyseniz, askerlik sizi ilk etapta gerçekten şaşırtabilir. Askerlerin çoğu, televizyon seyrederken hafif bir dekolte görse ıslıklar havalarda uçuşur, o kadın hakkındaki fanteziler herkesle yüksek sesle paylaşılır. İlk başlarda bu size biraz garip gelir. Zira milletin fantezi kurduğu abla örneğin tombuldur, vücudu o kadar da düzgün değildir falan filan, kısaca aslında o kadar da etkileyici değildir. Siz muhtemelen çok daha güzel ve etkileyici olanları görmüşsünüzdür. Hemen ilk gün fark edersiniz ki askerlerin çoğu için kadının güzel olmasına o kadar da gerek yoktur. Güzel olması artı bir özelliktir ama kadının vücudunun hafif açık olması bile onlar için yeterlidir.
Bunun yanı sıra askeri ortam tamamen eril olduğu için, askerlerin birbiriyle olan şakalarında kısıtlayıcı bir taraf yoktur. İnsan kendini kızlı erkekli bir ortamda biraz frenler. Herkesin ortamdaki boş kıza yazma olasılığı olduğu için herkes biraz “ağır abi” olmaya çalışır. Askerde yatak arkadaşınıza sarkıntı olamayacağınıza göre, burada o kadar ağır takılmanın da bir anlamı yoktur. O yüzden 20-25 (hatta 30) yaşındaki adamları uzun eşek oynarken yakalayabilirsiniz. Üniversite mezunu kısa dönem askerler birbirlerine (veya diğer erlere) eğlence olsun diye el şakaları yapabilirler. Hatta öyle şakalar olur ki bazen, o şakayı yapan adama hayatta yüksek lisans mezunu (ya da doktor, mühendis) falan demezsiniz.
Şimdi düşünelim; buna benzer bir ortamda (acemiliği saymazsak) iki hafta geceli gündüzlü takıldınız. Herkes erkek, eğitim seviyesi çok düşük, herkes en deli kanlı çağında, ve en önemlisi dışarı falan çıkamıyorsunuz. Hep birliktesiniz. Yemekte, nöbette, sabah yoklamasında, koğuşta…Bu adamları iki hafta sonra dışarı salarsanız ne olur? Ben buna ideal Pazar eğlencesi diyorum.
Bir kere üzüm üzüme baka baka kararır derler. Eğitim seviyeniz, yaşınız ne kadar fazla olursa olsun, belirli bir süre (ki iki hafta buna yeter) böyle bir ortamda bulunan herkes ortama ayak uydurur. Tamam, belki televizyondaki Sibel Can göğüs dekoltesine o kadar da iç geçirerek bakmazsınız ama gene de bir bakarsınız. Gazetelerin arka sayfa güzellerine de göz gezdirmeyi ihmal etmezsiniz. Ufak ufak el şakalarına başlarsınız. Sarışın fıkralarını anlatırsınız. Karı-kız muhabbetlerinin kralını çevirirsiniz. Kısaca erkek muhabbetinin dibine vurursunuz. Sonra çarşı izniniz gelir.
Kışladan çıktığınız ilk anda sivil elbiseleri giymenin o tatlı coşkusu üzerinizdedir. Kendinize şöyle bir bakarsınız, elbise üzerinize iyi oturmuş mu, kırışıklığı var mı, saçlar jöleli mi? Gülmeyin bunlar bir asker için önemli hadiselerdir. Şimdiye kadar çıktığım çarşıların hiçbirinde saçları jölesiz, üstü başı kırışık asker görmedim. Kendi kamuflajına doğru dürüst bakmayan adamlar, çarşıda giyecekleri gömlek ve pantolonları bir gün önceden terziye ütületirler. Hatta bazıları dolapta kırışmasın diye sabah ütületir. Çarşı izni sabah 9’da başlar. Hep beraber dışarı çıkmanız gerekir. O yüzden aklı selim olanlar saat 8:30 gibi hazırlanmış olur. Ancak erlerin çoğu rüküş kokonalar gibi bir saat ayna karşısında vakit geçirir. Saçlar özenle yapılır. Arkadaşlardan otlanılan kokular sıkılır. Erler bu konuda da çok hassastır. Aynı şekilde kokmamak için o gün çarşıya çıkacak bir kişinin kokusunu almazlar veya başkasının kullandığı kokuya da yanaşmazlar. Malum ağabeyler televizyonda gördüğü kızlara yaklaşabileceklerdir. Falsoları (en azından üst başta) olmamalıdır. Bu yüzden kimse 9’da hazır olamaz. Siz çarşı vaktinizden gitmesin diye poponuzu yırtarsınız ama tıpkı evden çıkmak üzereyken eşinizin size sorduğu “Sence bu eteğimle çanta olmuş mu? Olmamış değil mi? Dur bir şu eteği değiştirip geleyim.” tarzı sorunlarla karşılaşırsınız. Allah’tan askerlerin pek fazla sivil kıyafeti yoktur da en fazla bir iki t-shirt değiştirirler.
Neyse, kırışıklık olmayan elbise ve otlak kokuyla ne kadar etkileyici biri olunduğunu bilmiyorum ama kışladan çıkınca kızlar size bir değişik görünür. Sanki hepsi sizi kesiyormuş gibidir. Size bakmayanlara ise, “Benden hoşlandı ama belli etmiyor.” diye düşünürsünüz. Otobüse binersiniz. Boynunuzda askeri kolye, (o kolye olmadan kışladan çıkamazsınız) elinizde nöbetçi amiri tarafından imzalanmış çarşı kağıdı, sadece boyun ve kol bölgesi yanmış bir ten ve kısacık saçlar ile her tarafınızdan “askerim ben” fışkırır. Siz buna rağmen kıyafetlerinize bakarak normal bir insanmış gibi davranmaya çalışırsınız. Kızları kesersiniz. Hatta en paçoz olanlarının bile yanına oturmak için arkadaşlarınızla yarışırsınız.
Şimdi esas hikaye buradan itibaren başlar. Eğer tertiplerinizle (aynı zaman aralığında askere gelen erler) çarşıya çıkmışsanız, birbirinize kışladaki gibi davranırsınız. El şakaları, bağırış çağırış, yoldaki kızlara laf atmalar. Bunlar tabii ki çok rahatsız edici görüntülerdir. Ancak şöyle düşünün; birbirleriyle iletişimleri küfür ve bağırış çağırış aracılığı ile olan adamların, kızlara gidip “Affedersiniz hanımefendi, sizi çok hoş buldum. İzniniz olursa size bir içki ikram etmek ve bu sayede sizi daha iyi tanımak isterim” demesini bekleyemezsiniz. Onun yerine “Hey yavrum be! Analar ne kızlar doğuruyor” askerler arasında gerçekten nazik bir yaklaşım sayılabilir.
Evet, bir süre hayatınız kışla olduğu için ilk geldiğinizde askerliği benimsemeniz ne kadar zor oldu ise, kışladan çıkınca da hayata karışmak o kadar zor gelir. Burada emir-komuta yoktur. Başınızda size ne yapacağınızı (ve o şeyi yapmazsanız size neler yapacağını) söyleyen bir komutan yoktur. Kaytarmak söz konusu değildir, çünkü iş yoktur. Bunlar bir askerin en az iki hafta boyunca alıştığı şeylerdir. Hem de gece gündüz. Eh, doğal ortamlarından ayrılan insanlar nasıl davranırsa, erler de öyle davranır. Önce eski ortamlarını bulundukları yere taşımaya çalışırlar. Tabii ki bu tip bir yaklaşım toplum tarafından hemen yadırganır. Siz olsanız siz de yadırgarsınız. Yolda yürürken birbirine el kol şakası yapan, bağıra bağıra konuşan hatta yanlarından geçen kızlara da laf atan 3-5 kişi hemen dikkat çeker. Ters bakışlar insanlar tarafından esirgenmez. Çoğu kafe ya da lokanta askerleri istemez. Bu yüzden askerlerin çoğu yürüyüş yapar ve ortalıkta gezer. Hatta bazıları bu yeni ortama ayak uyduramaz ve eski ortamına döner. Çarşı izni 19:00’da biter ama benim öğle saatlerinde bile çarşıdan gelen askerleri görmüşlüğüm vardır.
Benim çarşı izinlerim çok etkileyici değildi. Zira kaldığım yere 15 dakika mesafede teyzemler oturuyordu. Ayrıca tertiplerimin de iki tanesi de benim gibiydi Bir tanesi de birliğe cep telefonu sokmaya çalışırken yakalandığı için iki ay boyunca çarşıları kilitlenmişti. (çarşıya çıkamama cezası) Yani 8 kısa dönem erden  dördü çarşı izinlerinde ortalarda yoktu. Eh zaten hiçbirimiz aynı hafta aynı gün çıkamıyorduk. O yüzden asker arkadaşlarıyla beraber takılmanın nasıl bir şey olduğundan pek haberim yoktu. Aslına bakacak olursanız teyzemin yakın olması, benim için büyük bir şanstı çünkü sabah doğru dürüst bir duş alıp mükellef bir kahvaltı edebiliyordum. Teyzemlerde bilgisayar olduğu için internetin nimetlerinden faydalanıyordum.Dışarı çıkıp restoranlarda yemek yiyordum. En önemlisi askerde hayatta yapamayacağınız bir şeyi yapabiliyordum. Miskinlik.
Askerliğimizin ortalarında bir gün Kerem gelip “Çarşım açılmış, bu cumartesi çarşıya çıkabileceğim!” dediği zaman hepimiz çok sevinmiştik. Zira Kerem cep telefonu ile yakalanan arkadaşımızdı ve neredeyse 3 aydır bırakın Ankara’yı, kışla dışında bir yeri görmemişti. Teyzemler hafta sonu için tatile gitmişlerdi, ben de iyi bir arkadaşın yapacağını yapıp üç hafta çarşıya çıkamayacak bile olsam, bir hafta sonraki çarşı iznimi o cumartesiye aldırdım. Şansıma iki tertip daha o gün çarşıya çıkıyormuş. Biz de dört kişi beraber takılabileceğimiz bir günü hemen planladık. Bu zaman çok değerliydi çünkü muhtemelen bir daha ancak askerliğin son hafta sonunda beraber olabilecektik.
Planda yolda fazla vakit kaybetmek yoktu. Ankara büyük şehir. Şimdi gezmeye kalkarsak uzun sürer. Kışla zaten merkezden 45 dakika mesafede. Teyzemin evi hemen 15 dakika ötede. Hem de boş. Organizasyon hemen yapıldı. Günden mümkün olduğu kadar fazla faydalanacağız. Eve geldiğimizde zaten kahvaltılık malzemeleri almıştık. İnsan askerdeyken iyi bir kahvaltıyı gerçekten özlüyor. Hemen tava yağlandı, şöyle kalın kesilmiş sucuk dilimleri pişirildi. Çay zaten kolaydı. Ekmek bana bana, keyifli, muhabbeti bol bir kahvaltı yaptık. Sanırım o gün şansımızın olmadığı tek şey havaydı. Zira yağmur yağdı yağacak gibi bir bulut kümesi sürekli tepemizde dolaşıyordu. Biz de evde oturup film seyretmeye karar verdik. Hemen biralar alındı. Televizyon karşısındaki stratejik koltuklara yerleşildi. İlk film bitmeden pizza söylenmişti. İkinci filmi seyrederken, muhtemelen uzun zamandır bira içmediğimiz için (büyük boy pizzanın da payı vardır) hepimize ağırlık çökmüştü. Saat 4 gibi yayıldığımız koltuklarda uyuklamaya başladık. “Yahu zaten iki haftada bir çıkabiliyoruz, bir de dördümüzün beraber çıkabileceği çarşı zaten askerliğin son hafta sonunda, kaldı ki o zaman da boş evi nereden bulacaksın? Şimdi miskinliğin sırası mı? Kalkın! Hadi hemen ortalığı toparlayın! Çıkalım biraz gezelim bari. Zaten bir iki askerin siparişi var. Onları da alırız.” Herkes benim gibi düşünüyormuş olmalı ki hemen kalktık. Belki bunda son üç aydır “Koğuş kalk!” dendiği zaman uyanmanın zorunlu olmasının da etkisi vardır. Ama Kerem’in hali gerçekten çok komikti. Hala uyku sersemi haliyle benden terlik istemesi, “Oğlum ne terliği evdesin, banyoyu dilediğin gibi kullan” uyarılarına rağmen bot boyamaktan falan bahsetmesi görülmeye değerdi. Zar zor terliksiz banyoya sokulan Kerem, çıkınca “Ben biraz önce ne dedim?” diye sorduğu zaman hepimiz gerçekten gülmekten yarılmıştık. Belli ki banyoya girdiği zaman ancak uyanmıştı. Evi kilitleyip alışveriş merkezine gidince, sosyal bir ortamda bulunmanın verdiği hazzı hep birlikte tattık. Sağımızdan solumuzdan güzel kızlar geçiyor, köşedeki masada tatlı bir çift oturuyor, aileler alışverişe çıkmış. Hayat devam ediyor.
İşte çarşı izninin size verdiği en önemli izlenim bu. Hayat devam ediyor. Sizin için kışla içindeki zaman ne kadar duruyormuş gibi gelse de hayat devam ediyor. Bunun ben de yarattığı en önemli duygu özgürlük. İnsanlar geziyor eğleniyor sinemaya gidiyor. Siz ise 19:00’da kışlada olmak zorundasınız.. Aslında bu bakımdan askerlik bize iyi bir şey yapıyor. Elimizdekilerin değerini bilmemizi sağlıyor. “Allah sevdiği kulunun eşeğini kaybedip, sonra ona buldurturmuş” derler ya. Aynen öyle. Askerde hayatınızın en önemli varlığını, özgürlüğünüzü kaybedersiniz. Özgürlüğünüz, komutanlarınızın elindedir. Gel derler gelirsiniz, git derler gidersiniz. “Bu hafta sonu sana çift çarşı” derler, sevinirsiniz; “Senin iki ay çarşın kilitli” derler, dünyanız yıkılır. Askerdeyken siz de özgürlüğünüzün değerini anlarsınız. Sadece özgürlüğünüzün değil, daha birçok şeyin. Uykunun mesela. Saat 22:00’da yatarsınız ama gecenin köründe, sabaha karşı nöbet için uyandırılırsınız. Uykunuz bölündüğü için de hep yorgun olursunuz. Annenizin yemekleri mesela. Daha önce bamya, kapuska, musakka gibi yemeklere ağzınızı dokundurmayan siz, doğru dürüst bir yemeğin tadını özlersiniz. “Eve gidersem yemek hayatta seçmem” dersiniz. (Muhtemelen ilk zamanlar seçmezsiniz de) İşte çarşı izinleri size bugünleri hatırlatır. Hayatın devam ettiğini ve devam edeceğini, belirli bir zaman sonra sizin de çarkın bir parçası olacağınızı, hatta bugünleri içki sofrasında insanları bayıltmak için kullanacağınızı kulağınıza hafifçe fısıldar. Şafağınız (kalan gün sayınız) azaldıkça da fısıltı bağırmaya dönüşür. Siz ise çarşılarınızda yarım özgürlüğünüz ile, insanların alışverişine ve sağdaki soldaki kızların geçişine bakar, özgür olabilmek için sıranın size geleceği günü bekler durursunuz.

303ksd


303 KSD

-Yahu burada milletin şöyle ballandıra ballandıra anlattığı gibi bir maceramız olmadan çıkacağız.
-Eee, yani? Kebap ötesi bir yerdesin. O da eksik olsun.
-Buradan çıkınca ne yapacaksın?
-Ne bileyim? İşime devam ederim herhalde.
-Peki bir daha birbirimizi görebilecek miyiz?
-Tabi olm. Dünya küçük. Ne zaman, neredede, nasıl görüşeceğimizi kim bilir?

Başlangıçta 8 küçük kurşun askerler gibiydik. Yalnız biraz eskimiş kurşun askerlere benziyorduk. Zira hepimize eğitim sırasında ayvayı yiyeceği için kullanılmış kamuflajlar verilmişti. O sırada daha tanışma aşamasındaydık. “Senin adın neydi? Ah! Tamam. Kusura bakma, arada unutuyorum” O sırada 125 tane herifin yanında birbirimizi de tanımaya çalışıyorduk. Kolaydı sanki. Bu tür zamanlarda insanların hepsi beklemede olur. Birbirini tanırken herkes çıkıntı taraflarını biraz törpüler. Kimse ilk izlenim olarak sivri biri olmak istemez. İnsanlar zamanla birbirine alışmaya başladıklarında sivrilikler ortaya çıkmaya başlar. Artık sizin yakın dostunuz falan olmuşlardır ya, biraz idare edersiniz onu canım. N’olcak. Böylece işin başında yakın dostunuz gibi görünen adam (veya kadın) bir de bakarsınız ki belirli bir zaman sonra kılçığın teki haline gelmiş. Tabii ki bu tam tersi de olabilir. İlk tanışma esnasında “Kesin kıl bu herif” dediğiniz adamlar daha sonra çok tatlı hoşsohbet olup çıkarlar. Evliliklerin çoğu bu yüzden berbattır geri kalanı da bu yüzden muhteşemdir. Kızlar, tırnaklarını gizleme konusunda bir kedi kadar beceriklidirler. Tanışma aşamasında patileri yumuşacıktır. Sonra evlilik yüzüğünü takarsınız ve bir anda o yumuşacık patilerin aslında adamı yaralayabilecek tırnaklara sahip oldukları ortaya çıkar. Tırnaklarına alışabilirseniz, her evlilik muhteşem olur.
Neyse bizim 8 kişinin içinde dişi biri yoktu. O yüzden kedi tırnakları sorun değildi. Biz, işin başında ortama ayak uydurmaya çalışan 8 tane yeni yetme adamdık. Belki hepimiz çeşitli badireler atlatıp buraya kadar gelmişti ama askerlik ortamı farklı oluyor. Yaşınıza başınıza, hayat tecrübelerinize falan bakılmıyor. “Siz nesiniz?” “Asker!” Bu kadar. “Ama ben öğretmenim. Yani askerden önce öğretmendim. Hani belki birinin sınava hazırlanan çocuğu falan vardır. Yardım edeyim” “Önce işini bitir. Sonra yardım edersin. Şimdi otlar çapalanacak”
Böylece sekiz kurşun asker, askerlik yaptığımız küçük birlikte, işe ot çapalayarak başladık. Daha sonra başka işler de yaptık. Ufak tefek hammaliyet işleri. Bu esnada da birbirimizi ve ortamı tanımaya çalışıyorduk. İşten kaçmak, başkasına iş kilitlemek, arazi olmak terimleri henüz bize uzak kavramlardı. Bizler üniversitelerini yeni bitirmiş kısa dönem erler olarak hiç öyle şeyler düşünemedik. Bizler vatani görevimizi hakkıyla yapmaya gelmiştik. Sonra alacağımız eğitimin vakti gelip çattı.
Aslında bence eğitim, ilk ciddi sınavımızdı. Önceki kısa dönemler zaten bizi uyarmışlardı. “Birlik olun. Kısa dönemler pek sevilmezler. Birlik olmazsanız hepinizi ezilirsiniz” Eğitimde ilk birliktelik sınavımızı verdik. Çavuş arkadan bağırdığında hareketi hepimiz de yapmalıydık. “Yatt! Sürün! Kalk!!” Eğitimin en önemli tarafı, herhangi birimiz hata yaparsa, ceza hepimize veriliyordu. Bu cezalar birlikteliği aşılayabildiği gibi, gruptan kopmayı da körükleyebilirdi. Nitekim Ercan bir ara kopmak üzereydi, ama o kadar yorgun olurduk ki kavga edecek halimiz kalmazdı. Aynı zamanda öyle ya da böyle Ercan da bizden biriydi. Gruptan bir kişi bile koparsa, dağılacağımız çok barizdi. O yüzden hiçbirimiz, birbirine karşı tatsız tavırlarda bulunmadı. Birlik halinde kalmamız her şeyden önemliydi. Zamanla bunu oturtmaya başlamıştık. Bunun en ciddi göstergesi eğitimin sonlarına doğru Ömer’in Can asteğmen ile yaptığı diyalogdu.
“Komutanım onun hatası değildi. Hepimiz yanlış anladık, o yüzden yanlış hareketi yaptık” “Oğlum bir tek o yanlış yaptı. Hepiniz mi sürüneceksiniz yoksa seni mi süründeyim”
“Ben sürünürüm komutanım”
“Bu adam için sürünür müsün?”
“Komutanım buradaki herkes için sürünürüm”
“Başla o zaman”
Ve Ömer hepimiz arkasından bakarken 20-25 m. beton üzerinde süründü. O sırada hareketi yanlış yapan kimdi hatırlamıyorum bile. Tek hatırladığım aslında Ömer orada sürünürken yalnız kalmaması gerektiğiydi. Hatta hemen arkasından gideyim diye düşünmüştüm. Ama her zaman istedikleriniz ile hareketleriniz birbirini tutmuyor.
Eğitim bittikten  sonra birbirimize iyice alışmıştık. Akşam koğuşta birbirimize nöbet maceralarını anlatıyorduk. İyi nöbet arkadaşları ve arıza tipleri belirlemeye çalışıyorduk. Sanırım bir iki kez hariç hiç birbirimizle nöbet de tutmadık. Yemin töreni hazırlıklarında bütün bölük bizim yüzümüzden gecenin körüne kadar temizlik yapınca, ortak karar olarak kendi aramızda para toplayıp bölüğe bir tepsi baklava getirtip dağıtmıştık. Sanırım ilk defa askerler orada bizi sevmeye başladılar. Yemin töreni provalarında uygun adım koşarken Ömer, Burak’ın botlarının bağcığına basıp bizi domino taşları gibi devirdiğinde sempati duymaya başladılar. (Bütün herkesi güldürmeyi başarmıştık) Her sabah yoklamaları alırken alışmaya başladılar. Aslında biz de ortama ayak uydurmaya başlamıştık. Hatta o kadar ayak uydurmuşuz ki Kerem yemin töreni sonrası birliğe girerken yanında cep telefonu, mp3 player gibi aslında hiç kimsede olmaması gereken malzemeleri donanıp gelmişti. İşin kötü tarafı Kerem üzerindeki malzemeleri, içeriye girmeden nöbetçiye vermiş ve yoldan geçen bir işgüzar astsubay bunu görüp bizim birliğin nizamiye astsubayına haber vermişti. Tabii ki Kerem’in çarşıları iki ay kadar kilitli kaldı. Nöbetçininki de bir ay.
Aslında birbirimizin sivriliklerini şimdi anlamaya başlıyorduk. Mesela Kerem, aramızdaki en gözü kara adamdı. Hepimizin telaş ettiği durumlarda, o çok sakin kalıp” Boşver” diyebiliyor, bizim cesaret edemeyeceğimiz şeyleri yapabiliyordu. Birliğin dershanesinden sorumlu olan Burak içerideki iki astsubaydan tedirgin oluyor diye adamları terslemişti. Bu benim şu anda bile yapabileceğim veya yapmaya cesaret edebileceğim bir şey değil. Şansına astsubaylar mantıklı adamlardı da Kerem’i dinlemeden yargıda bulunmadılar. Böylece Kerem, sıkı bir yalanla bir cezadan daha yırttı.
Artık birbirimize alışmış adamlar olarak iyi anlaşıyorduk. Zaten görev yerlerimiz birbirinden ayrıydı. Yani gün içi konuşamıyorduk. Ancak mesai bitiminden sonra. O zamanlarda da eğlenmeye başlamıştık. Hatta birbirimizle dalga geçmeye bile başlamıştık. Birbirimizin hatalarına gülüyorduk. Hepimiz bir yerde arızaydık. Burak ortama alışmakta zorlandığı için arada sırada irkilerek uyanıyor ve bazen sayıklıyordu.(bağırarak) Ben, gecenin köründe koğuşta “Saydıralım mı komutanım!” diye bağırmışım. Bir de yanımdaki yatağa (Burak’ın yatağı) uyurken sarkıntılık ediyormuşum. Kerem zaten pek uyanamaz. Uyandığında da hala uyur durumdadır. Mehmet’in esprileri sağolsun, hemen ortamdan uzaklaşmayı gerektirir. MGK’nin (Milli Güvenli Kurulu’nun değil, Murat Gündüz Kocukeli’nin kısaltılmışı) ise (aramızdaki en fırlama adamdır) hep anlatacak bir şeyleri vardır. Murat Berk normalde sessiz sakin biridir. Hatta bazen “ağzından kerpetenle laf alıyoruz” durumları olmuştur. Ama adamın inanılmaz bir İkinci Dünya Savaşı bilgisi olduğu sonra ortaya çıktığında o kerpeteni onu susturmak için kullanmanız gerekebilir. Ömer, sürekli yanımıza “Ayvayı yedik” diye gelir. O da ekibin diğer panik adamıdır. Ercan ise kantinden sorumlu çavuş olduğu için vaktini erleri (ve bazen komutanları) döverek geçirir.
Zamanla “Nasıl atlatırız?” dediğimiz durumlar artık “Tamam ya! Hallederiz” şekline dönüştü. Artık mesai bitiminden sonraki nöbetçi çavuşluk görevi o kadar da zor gelmiyordu. Hep beraber işi hallediyorduk. Artık adamları da tanıyorduk. Yoklamaları düzenlemek artık sorun olmuyordu. İlk günlerin acemi erleri, yerini işini bilen ve durumu idare edebilen çavuşlara bırakmıştı. Sonra bir firar vakası gerçekleşti.
Aslında daha önce de bir firar vakası gerçekleşmişti. Kaçan arkadaş sağolsun başımız belaya falan girmesin diye kaçtıktan sonra birliği aramıştı. İkincisi pek öyle olmadı. Yat yoklamasında, sabah hastaneye giden birinin dönmediği anlaşılınca o geceki nöbetçi amiri herkesi toplamış ve sonra da nöbetçi çavuşu, revirden sorumlu erleri ve nöbetçi onbaşıyı bir temiz pataklamıştı. Bu bizim için bir dönüm noktasıydı zira aslında her ne kadar er veya çavuş da gözüksek bizler askeri mahkemede asteğmen yani subay statüsünde yargılanırdık. Herkes bunun bilincinde olduğu için bize vurmak, veya dövmek çok basit bir iş değildi. Subaylar hariç bizi dövecek herkes için askeri mahkemede “üste fiili taarruz” suçu işlenmiş olurdu. Askerliğinizi uzatmanın veya ücra köşeye sürülmenin en kolay yolu. Ancak Ercan’ı ciddi biçimde döven adam birliğin en sert ve aynı zamanda en çok korkulan subayıydı. O anı hala hatırlarım. Ben 20-22 devriyesini MGK ile yeni bitirmiş koğuşa çıkıyordum. Ercan yüzü gözü şiş içinde büyük bir metanetle sandalyede oturuyordu. Şikayet etmeye kalksa, askerliği hayatta bitmezdi. İşin kötü tarafı bu işte nöbetçi çavuş olarak hiçbir suçu yoktu. Çocuk sabah hastaneye gitmiş, öğleye doğru da babası çocuğu alıp nasılsa hafta sonu diye Mersin’e düğüne götürmüştü. Bu durum, herhangi birimizin çok rahatlıkla başına gelebilecek bir şeydi. İşte askerlik buydu. Suçsuz olmanız, durumunuzda değişiklik yaratmaz. O gün aslında bir dönüm noktasıydı. Bir daha bırakın yoklamaları hiçbir durumda birbirimizi yalnız bırakmadık. Her şeyden birbirimizi haberdar ettik. Öyle bir hale gelmiştik ki yoklamalarda bir asker nerede olacağını birimize söylese bile yetiyordu. Aynı şey iş yaptırmaya gelince de aynıydı. Askerlerin hepsi işten kaçmak için türlü numaralar denedikleri için, hepimiz işin başında duruyorduk. Hatta bunu isteyerek yapıyorduk. Nöbetçi çavuş yalnız kalmasın diye. İşte birlik, beraberlik buydu. Bunun en güzel ispatı da MGK’nin bir erle girdiği tartışmada kendini gösterdi. Aslında biz işin başında duruyorduk. Erlerden biri kaçabilmek için Burak’la biraz tartışmaya başlamıştı. MGK araya girip sesini yükseltince sanırım er ona “Sana ne oluyor? Sana ne? Ben senle konuşmuyorum” tarzında bir şeyler söyledi. MGK’nın o sinirle bile verdiği cevap hala beni duygulandırır. “Ne demek bana ne. Ona kafa tutuyorsan bana da kafa tutuyorsun demektir. Burada 303 KSD bir kişidir. Bilmiyor musun?”
Evet. Biz 303 KSD’ydik. Yani 303. Kısa Dönem Erler. 8 kurşun asker. Kerem Yasin Yıldız, Ömer Bozer, Murat Berk, Burak Çelik, Mehmet Karatay, Ercan Duran, Murat Gündüz Kocukeli, Zeki Emre Ede.

Buradan çıkınca ne yaparım tam bilmiyorum. Herhalde işime devam ederim. Ama hayatım boyunca 303 KSD’yi unutabileceğimi sanmıyorum. Aslında şimdi anlıyorum ki aslında bizim en büyük maceramız birbirimize olan bağlılığımız. Peki diğer 7’yi görecek miyim? Görürüm herhalde. Dünya küçük. Ne zaman nerede görüşeceğimizi kim bilir?

1 nisan


1 Nisan
1 Nisan. Bugün askerliğimin ilk günü. Yaşı gelmiş ve üniversite bitirmiş (veya bitirmemiş) her Türk gencinin yapacağı şeyi yaptım ve askere gitmek için başvurdum. Bugün Tuzla Piyade Okulu’nda sınava gireceğim ve bir hafta içinde nereye gideceğim belli olacak. Daha önce askerlikle ilişkili işim sadece askerlik şubesinde olmuş. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yok. Sınava nasıl gidilir? Yanına ne almak gerekir? Sınav giriş kartı falan yok mu? Malum sınav çocuğuyuz. Çocukluğumuzdan beri hep sınavlara gireriz. İlkokul sonunda ortaokullara giriş  sınavı. Liseye girerken lise giriş sınavı, üniversiteye girerken ÖSS. Hayatımız hep sınavla geçti ve bu sınavlar hep çok ciddi sınavlardı. Nelerin sorulabileceği en azından konu olarak belliydi. Neler çalışılacak? Ne kadar çalışılması gerekir? Hepsi belliydi. Sınavlar hep ciddi işlerdi. Sınavdan bir hafta önce ders çalışılması bırakılır, bir gün önce sınav yerine gidilir, sıraya bakılırdı. Bu arada başka sınavlara hiç değinmedim. Ehliyet sınavı vardır mesela, bir kursa gidersiniz çok zor sorular sorulmaz hemen ehliyet alırsınız. O yüzden pek kimse takmaz. Halbuki manyak şöförler yüzünden ölen insan sayısı azımsanamayacak kadar çok. Neyse işe girmek için yabancı dil sınavına girersiniz. Bankaya falan girecekseniz bu daha ilk engeldir. Daha bir ton sınavdan geçersiniz. Düşünün, askerlik bile sınavla. Gerçi bu sınavdan kalanları askere almıyorlar gibi bir şey sözkonusu değil.
Uzun lafın kısası bize (benle birlikte Nisan 2005’de askere gitmek isteyenlere) sınava girecekseniz dendi. Peki. Girelim. Ben zaten öğretmenim. Benim işim sınav. Bana koymaz, ama diğer arkadaşlar ne der bilmiyorum. Sınava girecek arkadaşların şöyle bir suratlarına baktım, hepsi de yeni sınavdan çıkmış gibi bakıyor. Herkes ne yapacağını biliyor. Kalemler bilenmiş, silgi ve yedekleri hazır, bekliyoruz. Beklerken insan askerliğin nasıl bir şey olduğunu düşünüyor.
Sınava girmek için daha askeriyenin kapıdan girerken askerliğe başladığınızı anlıyorsunuz. İçeri girer girmez 10 metrede bir, bir er size yol göstermek için bekliyor. Hepimizi kantine alıyorlar. Ben sanıyorum ki adımızı falan okuyacaklar. Ne bileyim, benim öğrencilerimin hazırlandığı sınavların hepsinde ismin listede varsa sınava girersin, yoksa hayatta binanın içine bile adım atamazsınız. İnsan hep bildiği ve gördüğü gibi zannediyor her şeyi. Askerliğin ilk politikası : birey yok, çoğul var. Çoğul dediğim manga, birlik, bölük neyse o. Asla sen yok. Biz de 100 kişi olduğumuzda bizi 4’lü olarak topladılar, sıraya dizdiler. Başımıza bir rütbeli (o zaman rütbelerden hiç anlamıyorum tabii ki. Şimdi sor alayını bilirim.) git babam git. Bir binanın içine soktular bizi. Oturun! Hemen oturduk. Askerde ikinci kural : her şey komutla. Komut ya da izin olmadan tuvalete çıkamazsın hatta uyuyamazsın bile. Neyse şansımıza başımızdaki halden anlayan biriydi. Bize oturma, binanın çok dışına taşmamak suretiyle gezinme bu sayede sigara içme, masa üstünde kalmak şartıyla uyuma ve tuvalete gitme izinlerinin hepsini birden verdi. Bir de grup numarası verdi. Bu bizim kaçıncı 100 kişi olduğumuzu belirten numara. Bir süre geçtikten sonra sınava alınmak üzere toparlandık. Sınava gireceğiz. Tabii ki sıra. İlk askeri arkadaş tecrübem de burada oldu. İçimizden biri “Arkadaşlar bu sınavın sonucu zaten bir anlam ifade etmiyor. Sınavda bir saat duracağımıza hepimiz atalım yarım saatte bitirelim eve de erkenden gideriz.”dedi. Ne yalan söyleyeyim bana mantıklı geldi. Zira herkes bitirmeden odadan çıkamıyorsun. Herkes anlaştı. Hepimiz atıyoruz. Askerler arasında da birbirine giydirme- iş kilitleme- öne çıkmak için başkasını ateşe atma çok popülermiş. Zira bize sınavı atın da gidelim diyen arkadaş sınavın son dakikasına kadar seçenek işaretli. Biz de inanan saflar olarak sınavı bitirmiş öylece suratına baktık durduk. Sınav bitince tekrar sıra ve bizi gayet kalabalık bir yere götürdüler. Grup numarası bizden düşük olan adamlar masların önünde sıraya dizilmişler. Bize bir oda gösterildi, oturduk. Bekle babam bekle. Askeriye’de kural değil ama beklemek de adetten sayılıyor. Genelde yapacak iş ne olursa olsun erat bekler. Biz de bekledik. Saat öğle yemeğini çalınca kumanyalarımız geldi. Köfte ekmek. Ancak küçük bir sorun vardı köfteler ekmeğin arasında değildi. Aynı torba içinde köfteler ve ekmek ayrı ayrı takılıyor. Aslında seçenek bolluğu tabii. İstersen köfteleri ekmeğin içine koy ekmek arası köfte yap, istersen ayrı ayrı ye. Şansıma yanımda bir kaç tane mendil vardı da, köfteleri teker teker yedim. Yemek faslı bitince sıra bizim gruba geldi. Ne yapacağımızı çok bilmiyoruz. Herkes öyle avlanacak ördek gibi bir masalara bakıyor, bir başımızdaki komutanlara. Hangi masaların öncelikli olduğu konusunda kısa bir emir aldık. Kimlik kontrolü ve başka bir masalar grubu. Her masanın başında da bir kişi duruyor. Yalnız duranların hepsi asker değil. Bazıları bıyıklı falan adamlar. Neyse sırası az olan birine girdim. Maksat işim az sürsün hemen eve gideyim. Allah’tan arkadaşlardan biri gördü de “ Oğlum sen deli misin çabuk çık o sıradan!” dedi. Allah Allah? Bu sıranın diğerlerinden kısa olması dışında ne özelliği var anlamadım? Sorum hemen cevaplandı. Benim sırasında bulunduğum masanın başındaki adam “ Komando yazacağım iki kişi kaldı. İki gönüllü çıksın da kontenjanı doldurayım. Hadi aslanlarım!” dedi. Amanın! Komando masasının kuyruğundaymışım. Kaş yapalım derken göz çıkarıyormuşuz iyi mi? Ben eve yarım saat erken gideyim derken, hayatımın altı ayını yiyecekmişim haberim yok. İki yağız genç hemen ön saflara koştu. Geri kalanlar hep yere, havaya sağa sola bakıyor. Ne olur ne olmaz. Piyango bu belli mi olur size de vurabilir. Sıra bize gelince evraklara bakıldı, bir sıra numarası verildi. Bu kadar. Sonra tekrar sıra olduk ve dışarı postalandık. Hafta sonuna kadar bize verilen sıra numarasıyla internetten girip askerliğimizin nereye çıktığını öğrenebiliriz. Askerliğimin ilk günü böylece bitmiş oldu. Artık bir asker olarak eve gittim ve hafta sonunu beklemeye başladım.
Hafta sonu
Cuma günü. Hafta sonuna bir gün var. Artık bugün askerliğimin nerede yapılacağı belli olacak. Evde bir telaş ki sormayın. Gören üniversite sınav sonucu açıklanıyor sanacak. 15 dakikada bir internete girilip sonuca bakılıyor. Yok. Daha belli değil. Ah! Belli olmuş. 10 saniyede açılan sayfa size 10 saat gibi geliyor. Hemen sıra numarası giriliyor veeeee….. Ankara Sıhhiye İkmal Bakım Merkez Komutanlığı ve daha önemlisi kısa dönem. Eyyooooo!!! Askerliğim Ankara’da. Hemen evde bir sevinç furyası, sanırsınız bu haftaki sayısal vurmuş. Herkes birbirine sarılıyor, sağa sola telefonlarla haberler veriliyor, arkadaşlar arıyor. Nisan 12’de Etimesgut’taki bu Komutanlığa teslim olacağım. İyi, oluruz. Ben hafta sonundan Ankara’ya gidip teyzemlerle hafta sonunu geçireceğim. Salı günü teslim oluyorum. Askerlik başlıyor.
Kışlada İlk Gün
İçeri ilk girdiğim anı hala hatırlıyorum. Aslında gayet rahattım. Askerliğim rahat olacak. Teyzemlerin ikisi de burada yaşıyor. Herhangi bir acil durumda onlar yardım edecekler. Zaten cep telefonu gibi derdim yok. Temiz çamaşırlarım valizde. Eşyalar çalınmasın diye bilimum kilitler alınmış. Yedek çoraplarım var. Her şey nizami. Yani olabilecek her şey çok iyiydi. Tanıdıklar vardı. Bana yardımcı olabileceğini söyleyen bir ton insan vardı. Her şey mükemmeldi. Ta ki bölük binasından içeri adımımı atana kadar. İçerdeki askerler bana bir garip hafif gülümseyen gözlerle bakıyorlar. Hani “Hoş geldin. Gel bakalım. Yanaş. Sana burada dünyanın kaç bucak olduğunu öğretirler nasılsa” tarzı bakışlar vardır ya. Aynen öyle. Koğuştan içeri girince bana benzeyen şaşkın ördek tipli birkaç arkadaş gördüm. Annesini bulmuş yavru gibi hissettim. Gerçekten bu tip ortamlarda insanın yalnız olduğunu bilmemesi ona iyi geliyor. Zaten hepimiz papatya tarlasındaki gül gibiyiz. Herkeste kamuflaj veya haki atlet, bütün erler yeşil, artı bot, biz kot-gömlek spor ayakkabı. Üzerimize “Bunlar yeni geldi” tabelası assan daha az dikkat çekeriz. Ben akşamüzerine doğru gitmiştim. Akşam yemeği saatiymiş. Yemeğe indik. Bütün gözler üstümüzde. Bizimle bir koğuş sorumlusu er ilgileniyor bir de bizden önceki kısa dönem çavuşlardan biri. Herkes sadece yarım ağızla bir hoş geldin diyor ve geçiyor. Hemen akşamına kamuflaj ve bot aldık. Eğitim esnasında giysiler hırpalanacağı için bize kullanılmış bot ve kamuflaj verildi. Yenileri yemin töreninden önce verilecekmiş. Aslında mantıklı bir uygulama ama bu kamuflajların yıkanmışı yok mu? Yok. Tamam. Botların seçimi biraz daha zor oldu. Bir oda dolusu bot var piyasada ama bu botların yarısının teki yok. Teki olanların bir kısmı yırtık, bir kısmı farklı numara. Neyse hepimiz definecilik oynayıp birer çift bot ayaklarımıza uydurduk. Akşam uyumaya çekildik. İlk günün heyecanı ve yorgunluğu birleşince hemen uyuruz sandık. Işıkları kapatıp yatağa çekildik, hop ışıklar açıldı. Ne oluyor yahu? Yat içtiması. İçtima nedir? Yoklama demek. Kaçan göçen var mı diye sayılıyoruz. Peki. Yukarı çıktık. Yolda bize ağa ile tanışacaksınız dediler. Ağa yeni gelenleri görmek istiyor. İyi tanışalım. Ben zaten pek dost canlısı bir adamım. Hemen kaynaşırız daha iyi olur. Yukarı kata çıktık. Anladığım kadarıyla bu “ağa” pek dost canlısı değil çünkü bütün erler sus-pus. Yukarda çıt çıkmıyor. Neyse sayıldık, odalardan birinin içinden “Şu yeni gelenleri getirin lan!” diye bir ses geldi. Evet. Bu gece çok “eğlenceli” olacak hissediyorum. Odaya girerken çavuşlardan biri “Kepi çıkarın lan! Çabuk! Ağa’nın gözlerinin içine bakmayın sakın!” diye kısık sesle bağırdı. Tezatın farkındayım nasıl yapılıyor diye de sormayın, deneyin kısık sesle bağırmak mümkün. Neye odaya girdik, bütün erler yatakların önünde sıraya dizilmişler hepsi esas duruşta. (hazır ol vaziyeti) Biz de bir yere sıralandık. Ağa yatağın üstünde filmlerdeki koğuş ağasının çok benzeri. Neyse bizimle tanıştı. Tanıştı dediğim “Sen ne iş yapıyordun sivilde? Memleket nere? Yaş kaç?” Bu kadar. Başka soru yok. Tanışma faslı bitince birkaç şınav çektik. Sonra millet kahkahalarla gülmeye başladı. Hoş geldin partisiymiş. Herkesle bu sefer tanıştık. El sıkıştık. Sonra yattık uyuduk.
Aşağı yukarı beş gün pek iş ya da eğitim falan yapmadık. Bir hafta sonra eğitime başladığımızda, ben askerliğimin gerçekten uzun süreceğine kanaat getirmiştim. Hatta ilk günkü eğitimin ilk molasında sigarayı bıraktım. Bir daha da içmedim. Hayatta karşınıza çıkan şeylerin çoğu nerdeyse ying-yang gibi. Her kötü görünen şeyin altından iyi birşey çıkabiliyor. Mesela askerlikle ilgili bir yığın berbat şey anlatırlar; ben hem normalde veremeyeceğim kadar kilo verdim hem sigarayı bıraktım. Allah aşkına biriniz söylesin ikisini aynı anda yapabilen kaç insan evladı var şu dünyada? Annem de aynı düşünceler içindeymiş ki, onu yemin törenimiz sonrasında komutanlarımıza “Helal olsun! Böyle devam edin. Ben evde zayıflatamadım, siz burada muhteşem yapmışsınız vallahi.” derken yakaladım. Hayır herhangi bir komutana söylese sorun değil ama eğitim konusunda çok titiz ve çok sert bir takım komutanımız var, onu bulmuş ona söylüyor. Herkese söyle de o olmaz yahu. Askerliğimin tamamı eğitim alanında bitecek haberi yok. Annemi oradan nasıl çektiğimi hala hatırlamıyorum ama belli ki zamanında çekmişim. Yemin töreninden sonra bir daha ilk haftadaki kadar ağır eğitim yapmadım.
Genel Bakış
Askerlikle ilgili önemli hadiselerden bir tanesi de hiç kimsenin özellikle de uzun dönem erlerin iş yapmak istememesi. Bize ilk haftamızda daha eğitime başlamamışken verilen işleri çabucak bitiriyorduk. Komutanlarımız şaşırıyordu, bu iş bu kadar zamanda nasıl bitti diye. Ben de bu lafa şaşırıyordum. Verdiğiniz iş o kadar zor değildi ki o kadar uzun sürsün. Ne var bunda diyordum. Erlerle birlikte iş yapmaya, hatta onlara iş yaptırmaya başlayınca neden şaşırdıklarını anlamaya başladım. Erler ya tembelliklerinden, ya iş yapmak istemediklerinden hiçbir işi doğru dürüst yapmıyorlar. Hepsi bir şekilde kaçmanın yolunu arıyor. Ne yalan söyleyeyim ben hayatımda kimseye kötü niyetle yaklaşmamıştım. Bunun da zarardan çok faydalarını gördüm. Askerlikte bu iş tam tersi. İyi niyetle yaklaştığınız herkes sizi öyle ya da böyle sömürmek için elinden geleni yapıyor. İyi biri olduğunuzda insanlar sizin iyiliğinizi görüp kullanıveriyorlar. Sorumlu otomatik olarak siz oluyorsunuz. Benim hayat felsefem “Sadece kaybedenlerin mazereti vardır” şeklindeydi. Eğer buna benzer bir felsefeniz varsa askerde çok çekiyorsunuz. Askerde insan” Bana ne. Benim sorunum değil. Benim görev alanım değil” gibi gerçekte sizin işten kovulmanıza sebep olabilecek mazeretleri kullanmayı öğreniyor. İşin kötüsü bu mazeretler işe yarıyor. Buradaki hayata alışabilmek için gerçekten kendinizi değiştirmeniz gerekiyor. Ben buna “zihni kırmak” diyorum. Kafanızı ikiye ayırıyorsunuz. Askeri kıyafetler içindeyken ki haliniz ile sivil elbiseler üzerinizdeyken düşünceleriniz farklı olmalı. Bunu becerebilirseniz askerden önceki ve sonraki haliniz arasında pek bir fark olmaz. Ama bunun gerçekten zor olduğunu belirtmek zorundayım. Örneğin yemin töreni sonrası annem “Emre!” diye çağırınca otomatik olarak “Emret komutanım!” demiştim. Bir tertibim (askerler arası bir terim. Aynı zamanda gelen askerler birbirlerinin tertibi olur) istirahat zamanında komutanlarımızdan birine “hocam” şeklinde hitap etmişti. Tabi ki cezalar da hep beraber. Birinin hatasını herkes öder. Herkes sürünür, yatar, koşar. “Hocam” ın ardından hep beraber sürünmüştük.
Neyse iyi niyetten bahsediyorduk. Askerlikte öyle bir şey aramayın. Astlarınız işi size yıkmak için ve arazi olmak için, arazi olamazlarsa işten kaçmak için olmadık çabalar sarfederler. Üstleriniz ise, doğal olarak kendilerine verilmiş bir emri size iletirler. Siz de kısa dönem çavuş olarak arada kalırsınız. Erlere ısrarla iş yaptırmaya çalışırsınız, onlar da kaçmaya çalışırlar. İşte kötü niyet burada başlar. Siz iyi niyetli bir biçimde erlere “Bu iş yapılacak” dersiniz. Bir bakarsınız ki adamların hepsi ortadan kaybolmuşlar. Onları toplayana kadar canınız çıkar. Toplayamazsanız, sorumlu siz olursunuz. Toplayıp iş yaptırırsanız da kötü olursunuz. Ben ilk başta ödül-ceza sistemi kurmaya çalışmıştım. İnsanlar benim altımda çalışmak istesinler diye düşünmüştüm. Askerlere dinlenme zamanları, su dağıtımı gibi ek olanaklar sağladım. Bir de baktım ki ödül olarak verdiğim şeyler standart hale getirilmeye çalışılıyor. Bir adamı su dağıtımına gönderdim, ertesi gün uyanık elemanlar bana sormaya başladılar ”Suyu ben getireyim mi?” Yarım saatte bir 15 dakikalık dinlenme molası veriyordum, bir baktım ki 15 dakikada bir askerler kendileri yarım saatlik mola vermeye başlamışlar. Bir yerden sonra iyi niyetinizi kaybetmeye başlıyorsunuz. İşte sorun gene zihninizi ne kadar iyi kırabildiğinizde. Eğer, zihninizi kırmadan iyi niyetinizi kaybederseniz, artık iyi bir insan olmazsınız. İşte o zaman askerlik hikayelerde anlatılandan daha kötü bir yer olmaya başlar sizin için. O zaman insanlar “Takma kafana bu kadar” demeye başlarlar. O zaman firar düşünceleri aklınızı zorlamaya başlar. O zaman gece gündüz çıkacağınız zamanı hesaplarsınız. Sadece sizinkini de değil, neredeyse bütün bölüğün çıkacağı zamanı hesaplarsınız. Yapılacak her iş angarya gelmeye başlar. Her şey üstünüze gelir. Nöbetlerde saniyeleri sayarsınız. Gecelerde saniyeleri sayarsınız. Ailenizi, arkadaşlarınızı herkesi özlersiniz. Normalde özlemeyecek olduklarınızı bile. Düşünmekten başınıza ağrılar girer. O zaman herkesin niye sorduğunu anlamadığınız soruyu sorarsınız kendinize “Biter mi lan bu askerlik?”
Sonsöz
Gerçeği söylemek gerekirse henüz askerliğimi bitirmiş değilim. Durumum çok kötü sayılmaz. Biraz pis, biraz terleyerek devam ediyor, malum yaz sıcakları. Gerçi bu gibi konular burada çok sorun değil, zira herkes kokuyor. Şansıma banyosu her akşam çalışan bir yerdeyim. Sigarayı gerçekten bıraktım ve şimdilik 20 kilo verdim. Hiçbirşey olmasa bile bu iki kriter, askerliğin bana iyi bir şey yapmış olduğunun kanıtı. Şu anda şafak 96 (96 gün sonra askerlik bitiyor demek; erler arası bir terim) hayata hala umutla bakabiliyorum. Hatta geleceğim hakkında parlak fikirlerim var. Askerlikte bir de çok vaktiniz olduğu için hep düşünürsünüz. Evliyseniz eşinizi, çocuğunuzu, değilseniz sevgilinizi; eğer hiçbiri yoksa, hayatınızın geri kalanını planlarsınız. Hayatının aşağı yukarı 10 yılını planlamış bir asker olarak şunu söyleyebilirim ki “Biter bu askerlik. Hem de nasıl bittiğini anlayamazsınız bile”